Savaşa karşı mücadele ve DEUK’un küresel büyümesi

Bu konuşma, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Avustralya) 24-27 Eylül 2022 tarihleri arasında düzenlenen Altıncı Ulusal Kongresi’nde yapıldı. Ulaş Ateşçi, Türkiye’deki Sosyalist Eşitlik Grubu’nun (SEG) önderlerinden biridir. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi, 19 Haziran’da SEG’in Türkiye şubesi olmak için yaptığı başvuruyu oybirliğiyle onayladı.

Türkiye’deki Sosyalist Eşitlik Grubu’ndan devrimci selamlar. Olağanüstü koşullarda düzenlenen bu kritik kongreye katılma fırsatına sahip olmak büyük bir onur.

Kongreye sunulan ve Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) diğer şubelerini düzenlediği kongrelerle uyumlu olan karar tasarıları, DEUK’un Marksist-Troçkist hareketin tarihsel sürekliliğini temsil eden tek siyasi eğilim olduğunu bir kez daha doğruluyor.

Tarihsel temellere ve uluslararası işçi sınıfının devrimci rolüne dayanan bir dünya analizi, devrimci önderliğin siyasi görevlerinin yalnızca Sosyalist Eşitlik Partileri tarafından yerine getirilebileceğini açıkça ortaya koyuyor.

Başlıca küresel sorunlara yönelik yaklaşımımız, DEUK’u ve şubelerini nesnel olarak dünyadaki tek devrimci sosyalist siyasi eğilim olarak konumlandırıyor. Elbette bu konum kendiliğinden elde edilmedi; bunun için her gün sürekli olarak geliştirilen bir siyasi mücadele veriliyor.

Çin dışındaki bütün ülkelerde sahte sol dahil olmak üzere tüm kapitalist siyaset kurumunun, medyanın ve sendikaların varlığını büyük ölçüde görmezden geldiği pandemi korkunç bir bedel ödetti. İlgili kongre kararıyla bağlantılı olarak tartışıldığı gibi milyarlarca insan enfekte oldu, 20 milyondan fazla insan öldü, yüz milyonlarca insan uzun vadeli sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. Bu korkunç felaket devam ediyor olmasına rağmen yalnızca DEUK pandemiyi sona erdirmek ve hayatları kurtarmak için tutarlı bir şekilde mücadele ediyor.

Tüm dünya nüfusunu tehdit eden bir diğer acil küresel sorun, nükleer savaş tehlikesidir. DEUK’un uzun süredir uyardığı üzere ABD-NATO’nun Rusya’ya karşı savaşı tırmandırmasının ve ABD’nin Çin’e karşı artan saldırganlığının nesnel mantığı, nükleer silahlı güçler arasında doğrudan çatışmaya doğru gitmektedir. 2014’te Kiev’deki aşırı sağcı darbenin ardından DEUK şu uyarıda bulunmuştu: “Yeni bir emperyalist kan banyosu, yalnızca mümkün değil; uluslararası işçi sınıfının Marksist bir program temelinde müdahale etmemesi durumunda, kaçınılmazdır.”

Ukrayna’da tanık olduğumuz şey, bu emperyalist katliamın ve dünyanın yeniden paylaşımının başlangıcıdır. Bu koşullarda, savaşa karşı kongre kararının da açıkça ortaya koyduğu üzere, bir nükleer tırmanmayı önlemek ve savaşın kaynağı olan kapitalizme son vermek üzere uluslararası işçi sınıfını seferber etme mücadelesi veren tek siyasi eğilim de DEUK’tur.

Bu noktada, bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin Rusya’ya karşı savaştaki özgün konumuna değinmek istiyorum. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, Türkiye’nin Rusya ile olan güçlü ekonomik ve askeri bağları nedeniyle ve NATO müttefikleriyle anlaşmazlıklarında Rusya’yı bir denge ağırlığı olarak kullanmaya çalıştığı için, savaşta bir arabulucu rolü oynamaya çalışıyor. Ukrayna’ya insansız hava araçlarıyla destek olmasına rağmen, NATO’nun Moskova’da rejim değişikliği yapma ve Rusya’yı parçalama hedefini desteklemiyor; Batının yaptırımlarına katılmıyor.

Bu, elbette, Erdoğan hükümetinin “barışsever” olmasından değil, bu hedeflerin Türk burjuvazisinin çıkarlarıyla uyumsuz olduğunu düşünmelerinden kaynaklanıyor. Bu temelde, Ukrayna’daki savaşın başlamasından beri Rusya ile Türkiye’nin siyasi ve ekonomik bağları daha da gelişmiş durumda. ABD ve AB, Rusya’nın yaptırımlardan kaçmak için Türkiye’yi kullandığını düşünerek Türk ekonomisini mercek altına almış durumda.

Başlıca emperyalist güçlerin Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i ölü istediği bir ortamda, Erdoğan tekrar tekrar Putin ile bir araya geliyor ve ondan “dostum” diye söz ediyor. Tüm bunlara, Ankara’nın ABD önderliğindeki emperyalist güçlerin Çin’e karşı saldırganlığına tam olarak katılmıyor olması ekleniyor.

Erdoğan, kısa süre önce yapılan Şanghay İşbirliği Örgütü zirvesine katıldı ve zirveden sonra Türkiye’nin örgüte katılma hedefini ilan etti. Hatırlatmak gerekir ki, 15 Temmuz 2016’da Erdoğan hükümetine karşı düzenlenen NATO destekli darbenin başlıca dürtüsü, Türk hükümetinin kendi emperyalist müttefikleri ile Rusya-Çin arasında manevra yapma çabalarıydı.

NATO’nun Rusya’ya karşı savaşı, Türk ve Yunan burjuvazileri arasındaki tarihsel sorunları da patlama noktasına getirmiş durumda. Rusya’ya karşı emperyalist stratejide Ankara’nın güvenilmez karakteri, NATO güçlerini Yunanistan’ı silahlandırmaya ve Rusya’ya karşı savaşta bir askeri üsse çevirmeye yöneltti.

Yunanistan’daki ABD üslerini Türkiye’ye yönelik bir tehdit ilan eden Erdoğan, Ege Denizi’ndeki Yunan adalarını tartışmaya açıyor ve adaları istila etme tehdidinde bulunuyor. Tüm bunlara, kuzeyi 1974’ten beri Türkiye’nin işgali altında bulunan Kıbrıs adası üzerinden devam eden hidrokarbon kaynakları üzerine çatışma ekleniyor. Dünya Sosyalist Web Sitesi’nde uyardığımız gibi, bu iki NATO müttefiki arasında doğrudan bir silahlı çatışma riski son derece ciddidir ve böyle bir felaketi yalnızca işçi sınıfının uluslararası seferberliği önleyebilir.

Emperyalist güçleri dünyanın yeniden paylaşımına ve dolayısıyla nükleer savaşa yönelmesinde olduğu gibi, Türk burjuvazisini Akdeniz’de ve Ortadoğu’da savaşa yönlendiren de gerici jeopolitik çıkarların yanı sıra içeride kontrol edilemez hale gelen toplumsal gerilimlerdir.

Türkiye, Ağustos ayındaki resmi yıllık yüzde 80 enflasyonuyla dünyada en yüksek enflasyon açısından dördüncü sıradadır. Gerçek yıllık enflasyonun yüzde 180’i geçtiği düşünülüyor. Bir araştırmaya göre Türkiye nüfusunun yüzde 90’ı yoksulluk sınırı altında yaşamaya çalışıyor.

Bu patlayıcı toplumsal koşullar, bu yıl sayısız fiili grev ve sağlık emekçilerinin çok sayıda ulusal grevi biçiminde kendisini dışa vurdu. Kongrede birçok yoldaşın vurguladığı gibi, işçi sınıfının radikalleşmesi kesinlikle ABD’ye özgü bir durum değil. Doğrusu, son dönemde Will Lehman yoldaşın kampanyasında ve demiryolu işçileri taban komitesi toplantısında bu uluslararası radikalleşmenin siyasi olarak en bilinçli örneklerine tanık oluyoruz. Türkiye’de de özellikle taşeron belediye işçileri ve öğretmenler arasında sendika bürokrasisine karşı kendiliğinden bir hareketin gelişmesine tanık oluyoruz. Dünyanın her yerinde Taban Komitelerinin Uluslararası İşçi İttifakı’nın inşasının muazzam bir nesnel temeli gelişiyor.

Kapitalizm ve onu savunan tüm siyaset kurumunun iflası hiç olmadığı kadar görünür hale geliyor. Onlar, emekçilerin yakıcı ihtiyaçlarına karşı dışarıda savaş ve içeride sınıf savaşı gündemine kilitlenmiş durumdalar.

Bu koşullarda, Türkiye’deki sahte sol güçler, işçi sınıfının gelişen hareketini parlamentarizme ve kapitalizme zincirlemeye çalışma açısından özellikle gerici bir rol oynuyorlar. Türkiye’de önümüzdeki yıl yapılacak cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine yönelik iki sahte sol ittifak kuruldu. (Bkz. “Sosyalist Güç Birliği neyi temsil ediyor?” ve “Emek ve Özgürlük İttifakı neyi temsil ediyor?”)

Her iki ittifakın da başlıca ortak özelliği, işçi sınıfının devrimci karakterini ve sosyalist enternasyonalizmi reddetmeleridir. Her ikisi de son tahlilde Erdoğan’ın karşısındaki AB-NATO yanlısı rakip burjuva hizbe yönelen bu ittifaklar, onlarca yıldır maddi temelleri ortadan kalkmış olan ulusal reform programları öne sürüyorlar.

Tüm bunlar, DEUK’un Türkiye şubesinin yaklaşan kuruluşunu haydi haydi önemli hale getiriyor. Türkiye’de SEP’in kurulmasının Troçkist hareketin içinde bulunduğu “beşinci aşama”da DEUK’un küresel büyümesine önemli bir katkı olacağına ve Yeni Zelanda’dan Brezilya’ya, Rusya’ya ve başka ülkelere kadar yeni şubelerin kuruluşuna ilham vereceğine inanıyoruz.

Loading