WSWS Uluslararası Yayın Kurulu toplantısı

Avrupa kapitalizminin içinde bulunduğu çıkmaz ve işçi sınıfının görevleri

Aşağıda, Dünya Sosyalist Web Sitesi Uluslararası Yayın Kurulu’nun (UYK) 22-27 Ocak 2006 tarihleri arasında Sidney’de yapılan genişletilmiş toplantısında, Uli Rippert tarafından Avrupa üzerine sunulan rapor. Rippert, Dünya Sosyalist Web Sitesi UYK üyesi ve Almanya’daki Partei für Soziale Gleichheit’ın ulusal sekreteridir.

2006 yılının ilk haftalarında yaşanan iki olay, Avrupa’daki patlayıcı siyasi durumu bütün çıplaklığı ile gözler önüne serdi.

Ulusal Rus enerji şirketi GASPROM, 1 Ocakta, doğalgaz fiyatında beş katlık bir artışı kabul ettirmek için Ukrayna’ya gaz akışını kesti. Daha önceleri Ukrayna, eski bir Sovyet cumhuriyeti olarak, Rus doğal gazını özel bir fiyatla, 1.000 metreküpünü 50 dolardan -dünya fiyatının sadece beşte birine- alıyordu.

Bir kaç gün içinde, tarafların karşılıklı olarak ödün vermesiyle sağlanan uzlaşma bu anlaşmazlığa bir son verdi ancak temel sorunlar oldukları gibi kaldılar.

Almanya’daki Rusya uzmanlarından Alexander Rahr, Moskova’nın, bütün bir Soğuk Savaş süresince elindeki "en etkili güç aracı"nı -"enerji silahını"- hiçbir zaman için kullanmamış olduğuna işaret etti. Rahr, Kremlin’in, bu "silah"ı şimdilerde kullanmaya başlamasının, uluslararası durumun gelişiminde yeni bir aşamayı temsil ettiği sonucuna vardı.

Rahr, "gaz savaşı"nı Rusya’nın ABD tarafından gittikçe daha fazla kuşatılmasına ve Moskova ile Washington arasındaki ilişkilerin giderek bozulmasına bağlıyor.

Rahr’a göre: "Rusya, Ukrayna üzerindeki etkisini yitirdikten sonra, yılın ilk yarısında, aynı zamanda Güney Kafkasya’daki çıkar alanını kaybetmeyi ve Gürcistan’daki askeri üslerini boşaltmayı kabullenmek zorunda kaldı. Moskova, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının açılmasıyla birlikte, Kafkaslardan Batı’ya sağlanan enerji üzerindeki tekelini kaybetti.

"Rusya’nın karşılık vermesi uzun sürmedi: yazın, Şanghay İşbirliği Örgütü, Rusya ve Çin’in önderliğinde yeniden örgütlenerek bir siyasi-askeri ittifak haline getirildi ve Amerikan askeri üsleri Orta Asya’dan çıkartıldı. Hindistan, Pakistan, İran ve Beyaz Rusya, bu yeni güç merkezine -ABD’nin görmek istediği tek kutuplu dünya düzenine karşıt olarak- gözlemci olarak katıldılar. Türkmenistan ve Özbekistan, Batı’ya sağladıkları gazın Rusya’yı zarara uğratmayacağı konusunda güvence vermek zorunda kaldılar. Rusya, varolan anlaşmaları bir kenara bıraktı ve İran ve Suriye ile birlikte füze savunma sistemleri kurmaya başladı.

"ABD, buna, Karadeniz’in batı kıyısındaki askeri varlığını genişleteceğini, Polonya’ya bir Amerikan füze savunma sistemi yerleştireceğini ilan ederek ve Ukrayna’yı NATO’yla daha fazla yakınlaştırarak ve Rusya’yı Kırım’daki donanma üssünden çıkartarak tepki gösterdi."

Bu yılın başında gaz tedariki konusunda yaşanan bu anlaşmazlık, enerji kaynaklarının denetimi üzerinde büyük güçler arasında gelecekte yaşanacak karşılıklı meydan okumaların habercisidir -bu, Irak savaşının etrafında yaşananın çok ötesine geçen bir çatışma olacaktır; bu konuya daha sonra döneceğim.

İkinci önemli gelişme, Alman istihbaratının Irak savaşına katılmış olduğunun açığa çıkmış olmasıdır. Almanya’nın bir önceki Sosyal Demokrat Parti (SPD)-Yeşiller Partisi hükümetinin sinik ve hilekâr karakterine bundan daha ağır bir suçlama yöneltilemezdi. Bu hükümet, yaptığı resmi açıklamalarda Irak savaşına karşı çıkmış ve bu savaşı bir hata olarak eleştirmişti. Ancak pratikte, Alman hükümeti, yalnızca hava sahasını kullanma hakkını vermekle ve Almanya’daki ABD üslerinin güvenliğini güvence altına almakla kalmadı. Aynı zamanda devletin istihbarat örgütü de bu savaşta doğrudan yer aldı.

Bu, Avrupa’daki tek bir hükümetin bile, ne o zaman, ne de şimdi ABD’nin askeri saldırganlığına karşı çıkmaya hazır olmadığını gösteriyor. ABD emperyalizminin Irak’taki felaketlere yol açan politikaları, aynı zamanda, Avrupa’da yaşanan çöküşü ve krizi de hızlandırdı. Bu süreci anlayabilmek için, on beş yıl önce, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki kapitalist restorasyonun başlangıcı sırasında yapmış olduğumuz tahlili yeniden ele almamız gerekiyor.

On beş yıl önce, Doğu Avrupa’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejimler çöktüğü zaman, bunun, dünya emperyalizminin içinde bulunduğu derin krizin bir ifadesi olduğunu söylemiştik.

1990’da, Doğu Almanya’nın ortadan kalkışını ele alan bir bildiride şöyle yazmıştık: "Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin çöküşü, emperyalizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sahip olduğu görece istikrarın üzerinde yükseldiği ekonomik ve siyasi dengenin çöktüğünü ortaya koymaktadır. Emperyalizmin zinciri, Doğu Avrupa’daki en zayıf halkasında kırılmıştır... Stalinizmin iflası, yeni bir kapitalist büyüme döneminin değil, bir yandan burjuvazi, işçilerin kemikleri üzerinde yeni bir denge kurmaya çalışırken diğer yandan işçi sınıfının emperyalizmi dünya çapında ortadan kaldırması olasılığının ortaya çıkacağı, yeni bir devrimci çağın, yeni keskin sınıf mücadelelerinin ve savaşların habercisidir." [1]

O sıralar, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının, genel olarak kapitalizmin zaferi olarak kutlandığı (ya da -bakış açısına bağlı olarak- kimilerince üzüntüyle karşılandığı) göz önünde bulundurulduğunda, bizim bildirimizin çok öngörülü bir deklarasyon olduğu görülür. Bu bildiri on beş yıl sonra tamamen doğrulanmıştır. Amerikan ve Avrupa emperyalizmi derin bir kriz içinde. Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’yı kuşatmış, şiddetli sınıf savaşlarına ve iki dünya savaşına yol açmış olan bütün iç ve dış çelişkiler, bugün yeniden patlak veriyorlar.

Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasını, dünya üzerinde rakipsiz bir egemenlik kurmak ve üstünlüğünü, yerkürenin eskiden Sovyet etkisi altında olan bölgelerine yaymak için bir fırsat olarak gördü.

Avrupa ve özellikle de Alman emperyalizmi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasını Amerika’nın egemenliğini sarsma, Avrupa Birliği’ni Doğu Avrupa’ya doğru genişletme ve -ekonomik ve askeri olarak- ABD’ninkine eşit ya da ondan üstün bir güç haline gelmek için bir fırsat olarak gördü.

1991 yılının Ocak ayında, ABD’nin başını çektiği bir askeri ittifak Irak’a saldırdı. Bu, Amerikan hegemonyasını askeri araçlarla genişletmek için yapılacak ve uzun bir döneme yayılacak olan bir dizi girişimin başlangıcıydı. Bunu, Yugoslavya’ya karşı yürütülen savaş, NATO’nun doğuya doğru genişlemesi, Afganistan’a karşı savaş, Orta Asya’ya asker yerleştirilmesi ve ikinci Irak Savaşı izledi.

Aynı yılın, 1991’in Aralık ayında, Avrupa hükümetlerinin başları Maastricht’te buluştular ve Avrupa Topluluğu’nun siyasi bir birliğe dönüşmesine; dolarla rekabet edebilmek için ortak bir para biriminin oluşturulmasına; Avrupa’nın ABD’den siyasi ve askeri olarak bağımsız bir biçimde hareket etmesini sağlayacak ortak bir dış politika ve güvenlik politikasının yaratılmasına; polis kuvvetleri ve hukuk alanlarında sıkı işbirliğinin sağlanmasına ve Avrupa Birliği’nin doğuya -ve kısmen bunun da ötesine geçerek- eski Sovyetler Birliği’nin sınırlarına doğru genişlemesine yönelik planlar yaptılar.

Dokuz yıl sonra bu planlara, Avrupa Birliği’ni "dünyadaki en rekabetçi ve dinamik, bilimsel temelli ekonomik bölge" haline dönüştürme amacını taşıyan Lizbon beyanatı eklendi.

ABD’yi "tek dünya gücü" yapma girişimi askeri bir felaketle sonuçlandı -ki ABD emperyalizminin bu felakete karşı verebildiği tek bir cevap var: başka ve hatta daha saldırgan askeri maceralara girişmek.

Avrupa burjuvazisi, kıtayı ABD’nin desteğiyle ekonomik olarak bütünleştirmenin bir şey, fakat ABD’ye karşı siyasi olarak bütünleştirmenin çok başka bir şey olduğu konusunda acı bir ders aldı.

Avrupa Birliği kargaşa içinde

Avrupa Birliği (AB) derin bir kriz içinde. Birleşme süreci, polis güçlerinin genişletilmesinden başka, her alanda ardı ardına başarısızlıklarla karşılaşıyor. Avrupa Anayasası, çeşitli Avrupa hükümetleri arasındaki farklılıklardan dolayı ve Fransız ve Hollandalı seçmenlerin yaygın muhalefeti karşısında başarısızlığa uğradı. Bugün, ortak dış politikanın izine bile rastlanmıyor. Askeri olarak, Avrupa’da atmosferi ABD’nin egemenliğindeki NATO belirliyor. Britanya görülebilir gelecekte, Avro bölgesine katılmayacak. Ve ortak maliye ve vergi politikalarının yokluğunda, Avronun güvenilirliği giderek azalıyor.

ABD, Avrupa içinde anlaşmazlıkları kışkırtmak amacıyla Avrupa’daki güçlü konumunu kullandı. Bu durum, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Irak savaşı sırasında, kışkırtıcı biçimde "eski" ve "yeni" Avrupa arasındaki bölünmeden söz ettiği zaman açık bir biçimde gözler önüne serildi.

ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa’yla ilgili konularda arabulucu rolünü üstlenmişti. Şimdi artık böyle bir şey söz konusu değil ve bu da eski çözülmemiş sorunların bir kez daha ortaya çıkması anlamına geliyor: Avrupa’ya hangi ulus egemen olacak? Yeniden birleşmiş bir Almanya nasıl denetim altında tutulabilir? Britanya, Fransız-Alman ekseninin egemenliğini nasıl önleyebilir? Daha küçük üye devletler, daha büyük devletler karşısında çıkarlarını nasıl koruyabilirler? Polonya, kendisini Almanya ile Rusya arasında sıkışmış bir halde bulmaktan nasıl kurtarabilir?

Avrupalı hükümetler komşularını ihtiyatla izliyorlar ve hiçbiri bir diğerine karşı güven duymuyor.

Troçki, 1915’te şu satırları yazarken haklıydı: "… Avrupa’nın, yukarıdan aşağıya, kapitalist hükümetler arasında anlaşmaya varılarak nispeten tam bir ekonomik birliğe ulaşması bir ütopyadır. Bu sorun kısmi uzlaşmaların ve yeterli olmayan önlemlerin ötesine geçemez. Bu yüzden, Avrupa’nın, hem üreticiler hem de tüketiciler ve bir bütün olarak kültürel gelişme için büyük bir avantaj yaratacak olan ekonomik birleşmesi, Avrupa proletaryasının emperyalist korumacılığa ve onun silahı olan militarizme karşı mücadelesinde üstlenmesi gereken devrimci bir görev haline gelmiştir." [2]

Avrupa burjuvazisi Amerikan emperyalizmiyle karşı karşıya gelmeye cesaret edemiyor -ve buna Irak savaşına karşı açıkça konuşmuş olan Alman ve Fransız egemen sınıfları da dahildir.

Almanya’da, SPD ve Yeşiller, 2002 Bundestag (parlamento) seçimini, Irak savaşına karşı çıktıkları için kazandılar. Ancak bu partiler, Washington’un savaşı sürdürebilmek için Alman topraklarındaki üslerini herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın kullanmasına engel olmak yolunda -daha sonra Alman yüksek mahkemesince onaylandığı gibi, bu uygulamanın uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen- hiçbir şey yapmadılar.

Alman ve Fransız hükümetleri savaşa uluslararası hukuka duydukları saygı nedeniyle ya da büyük ölçüde savunmasız bir ülkenin bombalanması ve askeri işgal edilmesi konusunda kuşkuları olduğu için karşı çıkmadılar. Bu iki ülke yalnızca, Körfez bölgesindeki Amerikan saldırısı nedeniyle tehdit edildiğini düşündükleri, kendi ekonomik ve stratejik çıkarlarını düşünüyorlardı. Onlar, savaş başladıktan sonra, kayıtsız şartsız bir biçimde istilacıların askeri zaferinden yana tavır aldılar.

Almanya’da, milyonlarca insan savaşa karşı sokaklara çıkarken, Yeşillerin önderi ve zamanın dışişleri bakanı Joschka Fischer ile Şansölye Schröder’in baş danışmanı başkanı Frank-Walter Steinmeier (şimdi Almanya’nın yeni dışişleri bakanı), ABD hükümetiyle, perde arkasında halktan gizli olarak kapsamlı bir işbirliği yapma konusunda anlaşmaya vardılar. Kısa bir süre önce gün ışığına çıktığı gibi, Alman istihbaratı ABD’ye Saddam Hüseyin’i yakalama konusunda destek verdi ve Irak’ta saldırılacak hedefleri belirlemede ABD ordusuna yardımcı oldu.

Alman hükümeti, daha sonra, Guantánamo Körfezi’ne ve ABD’nin diğer yasadışı uygulamalarına yönelik her türlü eleştiriyi bastırırken, Alman yurttaşları CIA tarafından kaçırılıp ve işkenceye tabi tutulmasına da sessini çıkarmadı.

Amerikan emperyalizmince güç kullanılması konusundaki saldırgan iddiaları, Avrupalı hükümetleri bir ikilemin içine itti. Irak savaşının başlangıcında yazmış olduğumuz gibi, Avrupalı hükümetler, ABD’nin peşi sıra gitmiş olsalardı sonuçta yalnızca Amerika’nın uşakları haline geleceklerdi. Eğer ABD’ye karşı çıkmış olsalardı, Avrupa’yı bölme ve uzun vadede felaketli sonuçlara yol açacak olası bir askeri çatışma riskini üstlenmiş olacaklardı.

Bu ikilem, Almanya’da çok keskin bir biçim aldı. Irak savaşı konusunda yaşanan anlaşmazlık sırasında, Gerhard Schröder’in hükümeti büyük ölçüde Fransa ile Rusya’ya bel bağlayarak, Alman dış politikasının, her ikisi de kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmekte olan, Paris’e ya da Moskova’ya bağımlı hale gelebileceği yönündeki korkuları körükledi.

Daha sonra, bu yılın başında Rusya Ukrayna’ya olan doğal gaz sevkiyatını kesince, Alman dış politikasında yeni bir yöneliş benimsemesi gerektiği talebi daha yüksek sesle ifade edilir oldu. Almanya, Rusya’ya olan bağımlılığının bir sonucu olarak şantajla karşılaşabilirdi -bu korku egemen çevrelerce sıkça dile getirildi.

O zamandan bu yana, yeni Alman Şansölyesi, Hıristiyan Demokrat Angela Merkel, Alman dış politikasının eksenini giderek daha fazla Washington’a doğru kaydırmaya çalışıyor. Bir gazeteye göre, yeni dış politika hattı, "Amerika’ya daha yakın, Rusya ile daha gerçekçi, Çin’le daha rekabetçi" olmayı içeriyor.

Ancak şu ana kadar, bu yeni yönelim, diplomatik jestlerle sınırlı kaldı. Washington ile Berlin arasındaki gerginliklerin, üstesinden yalnızca diplomasiyle gelinemeyecek olan, daha derin nedenleri var.

Enerji çatışmaları

Dünyanın yeninden paylaşılması mücadelesinde hem Amerika ile Almanya hem de diğer Avrupalı güçler rakip olarak birbirlerinin önlerini kesiyorlar. Günümüzün karmaşık uluslararası ticari ilişkiler ağını tam olarak tahlil etmek kapsamlı bir incelemeyi gerektirecektir. Ben sözlerimi, uluslararası ilişkilerde gittikçe daha fazla tartışma odağı haline gelen bir sorunla sınırlandırmak istiyorum: uzun vadeli enerji tedarikini güvence altına almak.

Dünya çapındaki enerji tüketiminin büyük bölümü fosil yakıtlardan -petrol, doğal gaz ve kömürden- sağlanıyor. Bu kaynaklar sınırlı. Bu kaynakların büyüklüğüne ilişkin farklı bilimsel öngörüler söz konusu. Buna karşılık, bu kaynakların on yıllarla ölçülebilen bir süre içinde tükenecekleri yaygın olarak kabul ediliyor. Dünya talebinin 20 ile 60 yıl arasında değişen bir süre içinde var olan enerji kaynaklarını aşacağı kesin.

Çin’in artan enerji gereksinimi ve Irak savaşının sonuçları daha şimdiden fiyatlarda artışa yol açmış durumda; gelecekte yaşanacak çatışmalar kaçınılmaz olarak arz eksikliğine yol açacak ve bütün ulusal ekonomileri tehdit edecektir. Bu nedenle enerji kaynaklarına erişim dünyanın her köşesinde egemen seçkinler için bir ölüm kalım meselesi -ve askeri önlemlere başvurmaya hazır oldukları bir sorun- haline gelmiş durumda. Bu sorun Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesindeki dönemde kömür ve çelik rezervlerine erişimin oynamış olduğu rol kadar önemli bir rol oynamaktadır.

Almanya, özellikle darbelere açık bir durumda. Almanya nispeten randımansız linyit kömürü, aşırı derecede pahalıya mal olan taşkömürü ve sınırlı gaz yatakları dışında kendine ait hiçbir enerji rezervine sahip değil. Almanya enerji gereksiniminin dörtte üçünü yabancı kaynaklardan karşılıyor ve kullandığı petrolün yüzde 97’sini, doğalgazın yüzde 83’ünü ve taşkömürü gereksiniminin yüzde 60’ını ithal ediyor.

Bu üç enerji kaynağı, Alman linyit kömürü ile birlikte, Almanya’nın temel enerji tüketiminin yüzde 84’ünü oluşturuyor. Enerji ihtiyacının yalnızca yüzde 13’ü nükleer enerjiden (aynı zamanda bu reaktörlerde kullanılan yakıt da ithal ediliyor) ve yüzde 3’ü de yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanıyor.

Almanya’nın enerji ithalatının önemli bir bölümü Rusya’dan geliyor. Geçen yıl, Almanya, doğalgazının yüzde 43’ünü, petrolünün yüzde 34’ünü, taşkömürünün yüzde 16’sını Rusya’nın kaynaklarından sağladı.

Bu sorun her ne kadar, Alman egemen çevrelerinde giderek daha fazla kaygı konusu olsa da, bu bağımlılık, 2010 yılında tamamlanması öngörülen ve Rusya’yı doğrudan Almanya’ya bağlayacak olan Baltık Denizi boru hattı yapımının ardından artmaya devam edecek. Bu yeni boru hattının inşasına yol açan başlıca dürtü, Körfez bölgesini istikrarsızlaştırmış ve bölgeyi Amerikan egemenliğine sokmuş olan Irak savaşıydı. Körfez, yalnızca dünyanın en büyük petrol yataklarını içermiyor. İran, Rusya’nın ardından, dünyanın ikinci en büyük doğal gaz rezervlerine sahip olan ülke.

Rusya ile Ukrayna arasındaki doğal gaz anlaşmazlığı, Almanya’da, ülkenin enerji kaynaklarının daha fazla çeşitlendirilmesi gerektiği yönündeki taleplerin yüksek sesle dile getirilmesine yol açtı. Ama bunu söylemek, yapmaktan daha kolay. Nereye bakarsanız bakın -Orta Asya’ya, Ortadoğu’ya, kuzey ve orta Afrika’ya ya da Latin Amerika’ya- enerji kaynakları, büyük devletlerin daha şimdiden kendi etkilerini arttırmaya çalıştıkları kriz bölgelerinde bulunuyor. Enerji kaynaklarına erişimi güvence altına almak, giderek daha fazla bir siyasi ve askeri güç konusu haline geliyor.

Almanya’daki egemen sınıf, bu gelişmelerin bütünüyle bilincinde. Alman Ordusu için 1990’lı yıllarda hazırlanmış yol gösterici politik ilkeler, ordunun savunmacı bir konumdan çıkarılıp uluslararası bir vurucu güce dönüştürülmesini amaçlıyordu. Ordunun gelecekteki görevi, hem "dünya çapındaki siyasi, ekonomik ve askeri istikrarı desteklemek ve güvence altına almak" hem de "serbest dünya ticaretini ve stratejik hammaddelere erişimi korumak" olarak tanımlandı.

Böylelikle, Rusya-Ukrayna gaz anlaşmazlığında, hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde, bütün büyük güçleri içerecek uluslararası çatışmaların gelmekte olduğuna tanık oluyoruz.

Uluslararası anlaşmazlıklarda yaşanan artışa işçi sınıfına karşı yürütülen kapsamlı saldırılar eşlik ediyor. Avrupa’da, özellikle son beş - altı yıl boyunca, toplumsal çöküşün muazzam bir ivme kazandığını görüyoruz.

Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemesi, bu durumun ortaya çıkmasında önemli bir etken -genişlemenin ne tür etkilerinin olacağı daha 2004 yılında yeni üyelerin Birliğe resmen katıldıkları sırada belliydi. Avrupalı şirketler ellerinin altında, görece sınırlı bir coğrafi alan içinde, birden bire çok büyük bir ucuz ve iyi eğitilmiş işçi kaynağı buldular. Şu anda bu işçiler, bütün Avrupa’da yaşam standartlarını düşürmek amacıyla sistematik bir biçimde kullanılıyorlar.

Avrupa Birliği içinde ücret farklılaşması devasa boyutlarda. İskandinavya, Almanya, İngiltere ve Fransa’da saat ücreti 25 ile 30 avro arasında değişiyor. Polonya’da saat ücreti 5 avro, Baltık devletlerinde ve Slovakya’da 4 avro ve AB’ye katılacak bir sonraki aday ülke olan Bulgaristan’da ise sadece 1,40 avro.

Başlıca Batı Avrupa ülkelerinde, ondan fazla insan çalıştıran şirketlerde ortalama brüt ücretler, ayda 2.500 ile 3.000 avro arasında değişiyor. Bu ücretler Polonya’da 540 avro, Litvanya’da 345 avro ve Letonya’da 208 avro dolayında.

Bu aşağıya doğru giden ücret spirali küçük bir alan içinde gerçekleşiyor. Polonya sınırı, Almanya’nın başkenti Berlin’den yalnızca 100 kilometre, Letonya’nın başkenti Riga ise 1.000 kilometreden biraz daha fazla uzaklıkta. 1.000 kilometre bir mesafe içinde yüzde 90’ın üzerinde bir ücret farklılaşması söz konusu.

Sosyal ve toplumsal yardım ödemeleri -emeklilik, sağlık hizmetleri, sosyal yardım vb.- için harcanan tutarlar arasında da çok büyük farklılıklar var. İsveç, kişi başına yılda 10.000 € harcıyor. Polonya’da, yani İsveç’in 250 km doğusunda bu tutar 1.100 € ve Batlık Denizi’nin diğer yakasındaki Letonya’da 590 €.

Yeni Doğu Avrupalı üye devletlerin büyük bölümünde, Avrupa Birliği’ne katılmalarının ardından, ücretler gerçekte düşüş gösterdi. Resmi AB istatistiklerine göre, Polonya’da 2001 yılında ayda 625 € olan ortalama ücret, 2003’te 536 €’ya geriledi. Bunun bir nedeni, pek çok Polonyalı şirketin, faaliyetini ortalama ücretin 50 € olduğu komşu ülke Ukrayna’ya kaydırmış olmasıdır. Bu tutar, Polonya’daki ortalama ücretin yüzde 10’undan, Batı Avrupa ortalamasının ise yüzde 1,7’sinden daha az.

Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde genel yaşam standardı, henüz kapitalizm yeniden uygulamaya konulmazdan önce dahi Batı Avrupa’dan daha düşük düzeydeydi. Ancak bugünkü korkunç yaşam koşulları her şeyden önce, serbest piyasanın restorasyonunun bir sonucudur. Kapitalist restorasyon üretici kapasitede ve toplumsal altyapıda, daha önce barış zamanında eşi görülmemiş düzeyde bir yıkıma yol açtı.

Bu durum kısa süre önce WSWS’de ele aldığımız bir belgesel filmde dokunaklı ve etkili biçimde sergilendi. Film, kaderleri yüz binlerce insanınkiyle aynı olan, biri Rus doktor diğeri ise Beyaz Rusyalı bir öğretmen olan iki kadının yaşamını anlatıyor. Her iki kadın da bütün yaşamlarını, yanlarında getirdikleri malları yerel bitpazarında satmak için Polonya’nın başkenti Varşova’ya yolculuk yaparak geçirirler.

Doktor, eskiden bir sağlık merkezinin başında olan bir kardiyologdur; şu anda ise düzenli olarak, malları sınırdan kaçak geçirebilmek için, buz gibi soğuk hava koşullarına katlanarak, 4.000 km’lik, 14 gün süren tehlikeli bir yolculuk yapmaktadır. Getirdiği malların satışından her yolculukta en çok 100 dolar para kazanmaktadır. Bu, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde, şu anda yaygın olduğu şekilde, zihinsel ve fiziki kaynakların anlamsızca israf edilmesini simgelemektedir.

Toplumsal bölünmenin diğer tarafında, milyonlarca -kimi durumlarda milyarlarca- ABD dolarına sahip olan, pahalı malikanelerde yaşayan, lüks Batılı arabaları kullanan ve Fransız Riveyerası ile İsviçre Alpleri’ndeki en pahalı tatil yerlerinden Amerikalıları bile çıkartmış olan "yeni Ruslar" olgusu yer alıyor. "Yeni Ruslar" eski Sovyetler Birliği’ndeki devlet mallarını yağmalayarak -ki bu modern tarihteki en kapsamlı soygundur- zengin oldular.

Batı Avrupa’da, burjuvazi, halihazırda, işçi sınıfının savaş sonrası dönemde zorlu mücadelelerle elde ettiği toplumsal ve siyasi kazanımlardan geriye kalmış olan her şeyi ortadan kaldırıyor.

Bu toplumsal çöküşün boyutuna ilişkin verilen oldukça sınırlı. İşsizlik, gelir eşitsizliği ve toplumsal eşitsizlik üzerine - kısmen eskimiş - istatistikler var. Sağlık ödemeleri, emeklilik, eğitim ve yerel hizmetlere ayrılan kaynaklarda sürekli olarak yapılan kesintilerin yol açtığı sonuçlarla ilgili hemen hemen hiç bir veri bulunmuyor. Bu kesintiler üniversite düzeyine kadar ücretsiz eğitimin, kamusal olarak finanse edilen kapsamlı sağlık sistemlerinin ve gelişmiş kamusal altyapının yaşam standartlarını belirleyen temel etkenler olduğu bu toplumlarda yıkıcı etkiler yarattı.

AB üyesi 25 ülkenin resmi işsizlik oranı, 2005 yılının Ekim ayında yüzde 8,5 civarındaydı. Ancak, işsizliği ölçme yöntemleri sürekli değiştiği ve rakamlar gerçek işsizliği yansıtmadığı için, bu istatistik pek fazla bir anlam ifade etmiyor. Buna ek olarak, işsizlik oranları, bölgelere göre önemli ölçüde değişmekte: işsizlik oranı İrlanda, İngiltere, Danimarka ve Hollanda’da yüzde 5’in altında, Almanya ve Fransa’da yüzde 10’un biraz üzerinde, Polonya ve Slovakya’da ise neredeyse yüzde 20 oranında seyrediyor.

Resmi işsizlik oranları, kimi yerlerde ve gençler arasında daha da yüksek düzeylere ulaşıyor. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde, işsizliğin yüzde 25 ile 40 arasında değiştiği bölgeler bulunuyor. 25 yaşın altındaki bütün Avrupalıların neredeyse beşte biri işsiz; Polonya’da bu oran yüzde 38.

Bu rakamlar, toplumsal gerilemenin gerçek düzeyinin yalnızca sınırlı bir yansımasıdır. Stajyerlik ve gönüllü çalışma gibi, istatistiklerde yer almayan, insanların ücretsiz ya da çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı yeni çalışma biçimleri bir kanser gibi yayılıyor. Bu konuda Avrupa’da öncülük yapmakta olan Hollanda’da, erkek işçilerin yüzde 21’i ve kadın işçilerin yüzde 74’ü yarı-zamanlı, buna uygun olarak düşük gelir getiren işlerde çalışıyor.

Hatta artık bir üniversite diplomasına sahip olmak da, bırakın iyi ücretle iş bulmayı, bir işe girmeyi bile garanti etmiyor. İyi eğitilmiş geniş bir üniversite mezunları kesimi proleterleşiyor -bu, hareketimizin gelişimi açısından oldukça önemli bir gerçek.

2001 yılında, AB’nin doğuya doğru genişlemesinden önce, AB nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 15’i ya da 68 milyon insan yoksulluk içinde yaşıyordu. Bundan en fazla etkilenenler çocuklar ve kadınlardı. İlk sırada, yüzde 20’lik yoksulluk oranıyla İtalya yer alıyordu.

Durum, geniş bölgelerinde katlanılmaz yaşam koşullarının hüküm sürdüğü yeni üye ülkelerde çok daha kötü. Baltık ülkelerinde, ailelerin üçte birinden fazlası uygun olmayan koşullarda yaşıyor. Yüzde 20 ile 25’i arasında değişen bir kesimi rezervuarlı bir tuvaletten yoksun. Bu oran, AB üyeliğine aday ülkeler olan Bulgaristan ve Romanya’da sırasıyla yüzde 30’a ve yüzde 39’a yükseliyor.

Giderek kötüleşen yoksulluk ve işsizlik, intiharlarda ve mahkum sayılarında artışa yol açtı. Şimdilerde intihar 15 ile 30 yaş arası genç erkekler arasındaki ikinci en yaygın ölüm biçimi haline gelmiş durumda. 400.000 insan Avrupa hapishanelerinde çürüyor. Bu sayı, ABD’deki iki milyon mahkumdan daha az olmakla birlikte, bir kaç yıl öncesine göre dikkate değer biçimde fazladır. Fransa’da, mahkumların sayısı 1981’de 40.000’den 2000 yılında 56.000’e çıktı ve bu rakamın 2010 yılında 70.000’e ulaşacağı tahmin ediliyor. Hollanda’da hapishanelerdeki insanların sayısı, 1990’dan bu yana ikiye katlandı.

Sınıf çatışmaları

Yoğun toplumsal çelişkiler ifadesini, yalnızca işçi sınıfı sosyal demokrat ve Stalinist bürokrasinin on yıllarca süren egemenliğinin ardından hiçbir tür bağımsız siyasi yönelişe sahip olmadığı için devrimci çatışmalara dönüşmeyen, ardı ardına gelen şiddetli sınıf çatışmalarında buldu.

Özet bir değerlendirme geçtiğimiz bir kaç yıl boyunca yaşanan bu mücadelelerin yoğunluğunu gösterecektir. Ben sadece tek bir ülkede, İtalya’da, 2001 yılının ilkbaharı ile 2004 yılını ilkbaharı arasındaki, Berlusconi hükümetinin görevde olduğu ilk üç yıllık dönemi seçtim.

2001 yılının Temmuzu’nda, Berlusconi’nin iktidara gelmesinden yalnızca iki ay sonra, 100.000 kişi, Cenova’da G8 zirvesine karşı gösteri düzenledi. Polisin vahşice saldırılarının ardından bir gösterici vuruldu.

Bunu izleyen 2002 yılı, bir siyasi ve toplumsal protesto dalgasına tanık oldu:

* Mart ayında, Roma’da yarım milyon insan, hükümet tarafından "anayasal devletin adım adım içinin boşaltılmasına" karşı gösteri yaptı. Bu gösteri, resmi muhalefet ya da sendikalar tarafından değil sanatçılar ve aydınlar tarafından düzenlenmişti.

* İki hafta sonra, bütün İtalya’da, refah devletinin parça parça yok edilmesine karşı iki milyon kişi gösteriler düzenledi.

* Nisan ayında, 13 milyon işçi, işten çıkarmalara karşı koruma sağlayan yasaları savunmak için yapılan genel greve katıldı.

* Ekim ayında, 13 milyon kişi bir diğer genel greve katıldı ve bir milyon kişi Roma’da, Torino’da ve diğer şehirlerde sokaklara çıktı. Fabrikalar, istasyonlar ve otoyollar işgal edildi.

* Sonbahar boyunca, 300.000 işin ortadan kaldırılmasına karşı protestolar, grevler, gösteriler ve işgaller yapıldı.

Bir sonraki yıl, 15 Şubat 2003’te, Roma’da, Irak savaşına karşı Avrupa’daki en büyük gösteri gerçekleştirildi. Üç milyon kişi, Berlusconi hükümetinin savaşa verdiği desteği protesto etti. Yine, Nisan ayında, yüz binlerce kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteriler yapıldı.

2003 yılının Ekim ayı, bu kez emeklilik hakkının savunmak için yapılan ve yaklaşık olarak 10 milyon kişinin katıldığı bir başka genel greve tanık oldu.

2004 Mart’ında, Irak savaşının yıl dönümünde, bir milyon insan bir kez daha Roma sokaklarına çıktı.

Ben burada duracağım; liste kolaylıkla daha da uzatılabilir. Bu özet değerlendirme, gerçekleşmiş olan toplumsal ve siyasi protestoların yoğunluğunu ve boyutlarını açıkça ortaya koyuyor.

Gerçekleştirilen grev ve protesto gösterisi listesinin İtalya’dakilerden bile daha uzun olduğu Fransa’da da benzer bir durum söz konusu. Ayrıntılara girmeyeceğim. Ancak size -grevlerde yitirilen işgünlerinin sayısına ilişkin- ilginç bir istatistik verebilirim.

1995, 2,1 milyonu özel sektörde ve 3,7 milyonu kamu sektöründe olmak üzere, grevlerde kaybedilen toplam 5,8 milyon iş günü ile rekor bir yıl olmuştu. Bu, bir sonraki yıl istifa etmek zorunda kalıp yerini Sosyalist Parti’nin önderi Lionel Jospin’in başkanlığında bir sol koalisyona bırakan Alain Juppé’nin başında bulunduğu muhafazakar hükümete karşı kitlesel gösteriler ve grevler yılıydı.

Başlangıçta, Jospin hükümeti altında, grevlerin düzeyi epeyce azaldı -1997 yılında sadece yarım milyon işgünü yitirildi. Ancak, Jospin seçim vaatlerini yerine getirmekte aciz kalınca, grevlerin ve protestoların sayısı hızla yeniden arttı. 2000 yılında, grevler nedeniyle yitirilen işgünü sayısı 3,1 milyona yükseldi. 2002’de, Jospin başkanlık seçimlerini kaybetti ve muhafazakarlar yeniden iktidara geldiler.

Fransa, o günden bu yana, daha az sayıda grev yaşanmış olmasına karşın, güçlü bir siyasi seferberliğe tanık oldu. 2002 yılında yapılan başkanlık seçimi sırasında bütün ülke, haftalarca, seçimin ikinci turuna kalmayı başarmış olan Jean Marie Le Pen’in Ulusal Cephe’sine karşı yapılan gösterilerle sarsıldı. Geçtiğimiz yıl, Fransız seçmenlerinin Avrupa anayasasını yapılan bir referandumda ret ettiğine tanık oldu. Geçtiğimiz sonbaharda, işsiz gençlerin birikmiş öfkesi, düş kırıklığı ve kızgınlığı patlayarak, bir kaç gün gibi kısa bir süre içerisinde 250 şehre yayıldı. Protestolar, üç hafta sonra, ancak çok büyük sayıda polisin konuşlandırılmasıyla durdurulabildi.

Geçtiğimiz bir kaç yıl içinde, Almanya’da da kayda değer bir toplumsal seferberlik yaşandı. Bu protesto gösterileri, katılımcı sayısı bakımından İtalya ile Fransa’dakilerden daha küçüktüler. Bu, ülkenin siyasi geleneklerinin ve hukuk sistemine işlenmiş olan korporatist yapılarının, sendikalar için bu türden hareketleri kendi denetimleri altına almasını kolaylaştırmasıyla ilişkilidir. Ancak Almanya da bir dizi olağanüstü gelişmeye tanık oldu.

2004 yılının ilkbaharında, SPD-Yeşiller hükümeti tarafından sosyal harcamalarda uygulamaya konulan kesintilere karşı yapılan gösterilere 500.000 kişi katıldı. Bu, gösteriyi düzenleyenlerin beklentisinin iki katıydı. Aynı yılın yazında, hükümetin çalışma yaşamına ilişkin "Hartz" reformlarına karşı, sendikalardan ve siyasi partilerden bütünüyle bağımsız biçimde bir dizi gösteri gerçekleşti. Haftalar boyunca, on binlerce insan, her Pazartesi günü sokaklara çıktı. Biz o sırada bu gösterileri, "toplumun derinliklerinde bir şeylerin harekete geçtiğinin açık bir işareti" olarak değerlendirmiştik.

Siyasi deneyimler

Bütün bu toplumsal mücadelelerin, sendikalar ya da reformist partiler tarafından, amaçlarına ulaşamadan, şu ya da bu biçimde ihanete uğradığını ya da başsız bırakıldığını belirtmek hiç abartılı olmayacaktır. Yine de bu toplumsal mücadeleler önem taşıyor: milyonlarca işçi ve genç önemli siyasi deneyimlerden geçtiler.

Bu toplumsal saldırıyı, eski örgütlerinin -reformist ve Stalinist partilerin ve sendikaların- önderliği altında durduramayacaklarını gördüler. Düzenin siyasi partilerini, izledikleri yolu değiştirmeye zorlama yönündeki bütün çabalar sonuçsuz kaldı.

Egemen sınıf, protestoların baskısı altında, taktik olarak geri adım attığında, bu yalnızca yeni, hatta daha keskin saldırılara girişmek içindi. Halk baskısının, sözde "sol" bir hükümetin seçilmesiyle sonuçlandığı yerlerde, bu hükümetler sağcı seleflerinin saldırılarını yoğunlaşmış bir biçimde sürdürdüler. Bir zamanlar, işçi sınıfının çıkarlarını temsil ettiklerini iddia eden eski örgütler kendilerini burjuva düzeninin egemenlik aygıtıyla tamamen bütünleştirdiler. "Sol" ve "sağ" terimleri siyasi olarak önemsiz hale geldi.

Düzenin siyasi partileri toplumsal mücadelelerin artışına, saflarını sıklaştırarak ve daha sağa kayarak tepki verdiler. Almanya’daki -SPD ile muhafazakar Hıristiyan Demokratik partilerinden oluşan- büyük koalisyon hükümeti, bu sürecin belirtisidir.

Egemen sınıf Avrupa’nın her yerinde, geniş kitlelerin katıldığı protestolara devlet aygıtının gücünü arttırarak tepki verdi. "Teröre karşı mücadele", Hitler rejiminin çöküşünden bu yana demokratik haklara yönelik en kapsamlı saldırılar için bir incir yaprağı haline gelmiş durumda.

Fransa’da, Jacques Chirac hükümeti, Paris varoşlarında kısa süre önce yaşanan isyanlara, Cezayir savaşı yıllarından kalma bir yasayı yeniden uygulamaya koyarak ve üç ay süreyle olağanüstü hal ilan ederek karşılık verdi. Almanya’da siyasi seçkin erken seçimlere gidebilmek ve bir hükümet değişikliği gerçekleştirebilmek için kendi anayasasını, ancak "buz gibi bir hükümet darbesi" olarak tanımlanabilecek bir biçimde kenara itti. İtalya’da, Berlusconi, seçim yasasını keyfi bir biçimde değiştirdi ve bir başkanlık diktatörlüğü kurmanın anayasal koşullarını yarattı.

Avrupa’daki güncel siyasi durumun kavranması, sosyal reformizmin bütün biçimlerinin -sendikaların, sosyal demokrasinin ve çeşitli Stalinist ve küçük burjuva radikal partilerin- toptan iflasının anlaşılmasından geçiyor. Bu açıdan, işçi sınıfı, geçtiğimiz yıllar boyunca önemli deneyimlerden geçti. Ancak, sosyalist bilinç, otomatik olarak bu deneyimlerden ortaya çıkmaz.

Bu deneyimleri genelleştirmek, siyasi bilinci yükseltmek ve gerekli siyasi sonuçları çıkartmak bizim görevimiz. Toplumsal ve demokratik haklara yönelik saldırılar, yalnızca, işçi sınıfının uluslararası, sosyalist bir programı temel alan, bağımsız siyasi hareketi tarafından geri püskürtülebilir. Böyle bir hareketin önkoşulu, sosyal reformizmin bütün biçimlerinden örgütsel, siyasi ve ideolojik bir kopuştur.

Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi’nin girişinde kitlelerin devrimci gelişimi için gerekli olan toplumsal ve psikolojik koşulları anlatır.

"Bir devrim döneminde kitlelerin bakış açısında ve ruh halinde görülen hızlı değişimler, insan aklının esnekliğinden ve hareketliliğinden değil, fakat tam tersine, onun derin tutuculuğundan kaynaklanır. Yeni nesnel koşulların gerisindeki düşünce ve ilişkilerin belirli bir ana kadarki kronik gecikmesi, bu nesnel koşullar halkın üzerine bir felaket biçiminde çöktüğünde, bir devrimci dönemde, düşünce ve duygularda bir sıçrama anı oluşturur…"

Ve ekler: "Kitleler devrime, hazır bir toplumsal yeniden yapılanma planıyla değil, fakat eski rejime katlanamayacaklarına dair keskin bir duyguyla girişirler. Yalnızca bir sınıfın önder kesimleri bir siyasi programa sahiptir ve hatta bu bile olaylar tarafından sınanmaya ve kitlelerin onayını almaya gereksinim duyar. Bu şekilde devrimin temel politik süreci, toplumsal krizden kaynaklanan sorunların bir sınıf tarafından aşamalı biçimde kavranmasından - kitlelerin ardışık kestirimler yöntemiyle aktif yönlendirilmesinden - oluşur." [3]

Avrupa’daki toplumsal ve siyasi durum, işçi sınıfının geçtiğimiz yıllarda edindiği deneyimlerden hareketle tahlil edildiğinde, böyle bir döneme doğru gittiğimiz açıkça görülür. "Kitlelerin eski rejime katlanamayacaklarına dair taşıdıkları keskin duygu" her yerde ve her an karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Sosyalist Eşitlik Partisi’nin, geçtiğimiz sonbaharda yapılan Bundestag seçimlerinde aldığı 15 bin oy, ortaya çıkmakta olan radikalleşmenin açık bir işaretidir.

Önümüzdeki dönemde, güçlerimizin ve etkimizin kuvvetli bir biçimde genişleyeceğini ve siyasi olaylarda önemli bir etken haline geleceğimizi öngörebiliriz. Bu tür bir gelişmenin önkoşulu, hüküm sürmekte olan siyasi baskılara uyarlanmamamız ya da reformist ve merkezci kavrayışlara teslim olmamamızdır.

Sosyal demokratların ve Stalinizmin etkisinin azalmasıyla birlikte, Avrupa burjuvazisi yeni sol koltuk değneklerine ihtiyaç duyuyor. Fransa’da, Pablocu Ligue Communiste Revolutionaire (Devrimci Komünist Birlik, LCR] bir "sol" hükümette yer almaya hazırlanıyor. Pabloculukla siyasi olarak hesaplaşmak bu nedenle büyük önem taşıyor.

Michael Pablo ile Ernest Mandel yarım yüzyıl önce, sosyalist devrimin, işçi sınıfının Dördüncü Enternasyonal bayrağı altında bağımsız bir hareketi aracılığıyla değil, fakat bunun yerine kitlelerden gelen baskı ile sola kayacak olan Stalinist bürokrasi tarafından gerçekleştirileceği teorisini geliştirdiler. Pablo ve Mandel bu düşünceyi, hem Fidel Castro ve Sandinistler gibi küçük burjuva milliyetçi siyasi eğilimleri kapsayacak biçimde genişlettiler, hem de sosyal demokrasiye ve sendikalara uyguladılar.

Sovyetler Birliği’nde yaşanan kapitalist restorasyon ve burjuva milliyetçiliğin, sosyal reformizmin ve sendikaların açık bir biçimde iflası, bu kuramın tabutuna son çivileri çaktı. Pablocuların ve küçük burjuva radikallerin buna tepkisi, kendilerini burjuva devletle daha da fazla bütünleştirmek oldu. Bu örgütler, kitlesel isyanın herhangi bir ifadesini temsil etmekten ziyade, burjuva üstyapının sol kanadını oluşturmaktan başka bir işlev görmüyorlar.

Bu durum, bilhassa sınıf çatışmalarının keskin bir biçim aldığı ve tarihsel nedenlerle Pablocu oportünizmin özellikle etkili bir rol oynadığı Fransa’da açıkça görülebiliyor.

Fransız burjuvazisi, bir süredir yeni kuşak politikacılar ve aydınlar için, eski Troçkistler ve radikaller arasında neredeyse tükenmek bilmeyen bir kaynak buluyor. Le Monde’un uzun süredir yazı işleri müdürlüğünü yapmakta olan Edwy Plenel, on yıl boyunca Pablocu LCR’ın üyesiydi. Plenel, anılarında, altmışlı ve yetmişli yıllarda radikal gruplarda aktif olan ve o zamandan beri "militan düşüncelerini bırakmış olan on binlerce insan" olduğunu yazıyor. Bugün bu türden insanları, Fransa’nın dört bir yanında, yazı işleri müdürlüğü makamlarında, üniversitelerin felsefe bölümlerinde ve siyasi partilerde bulmak mümkün.

Egemen sınıf, 1995-96 kışında Alain Juppé’nin muhafazakar hükümetini derin bir krize sokan grev hareketinden sonra, siyasi yaşamının -altmışların ortalarından seksenlerin ortalarına kadar- 20 yılını Pierre Lambert’in Organisation Communiste Internationaliste’sinde (Enternasyonalist Komünist Örgüt, OCI) geçirmiş bir başbakan atadı.

Lionel Jospin, gizli bir OCI üyesi olarak, 1971’de Sosyalist Parti’ye katılmış ve François Mitterrand’ı desteklemişti. 1981 yılında Mitterand Fransa Devlet Başkanı olduğunda, Jospin, Sosyalist Parti’nin ulusal sekreteriydi ve halen bir OCI üyesiydi.

Jospin, başbakan olarak kendisine, Britanya’daki Tony Blair’den ya da Almanya’daki Gerhard Schröder’den farklı olarak neo-liberalizme teslim olmayacak bir "solcu" süsü verdi. Aslına bakılırsa içerikleri açısından Jospin’in politikalarını Blair’in ve Schröder’inkilerden ayırt etmek çok zordu. Beş yıl sonra Jospin, o kadar çok itibar yitirmişti ki, devlet başkanlığı seçimlerinin ilk turunda, devlet başkanlığı makamında oturmakta olan Jacques Chirac ve Ulusal Cephe’nin adayı Jean Marie Le Pen tarafından yenilgiye uğratıldı.

LCR, o günlerde Le Pen’e karşı kendiliğinden gelişen kitle hareketini frenlemekte ve pasifize etmekte, hareketi Chirac’ı desteklemeye yönlendirmekte önemli bir rol oynadı. Bizim hareketimiz bu olaylara aktif bir biçimde müdahale etti ve gelişmeleri ayrıntılı olarak ele aldı.

Adayları, oyların toplam olarak yüzde 10’unu almış olan üç radikal grup -LCR, Lutte Ouvrière ve OCI- ya Chirac’a destek verilmesi çağrısı yaptılar ya da pasif bir tutum aldılar. Kendi adımıza biz, Chirac’a oy verilmesine karşı çıktık ve aktif bir seçim boykotu çağrısı yaptık. Böyle bir taktik, işçi sınıfına bağımsız bir siyasi alternatif sağlayabilmek ve onu gelecek mücadelelere hazırlanmak üzere siyasi olarak eğitebilmek için gerekliydi.

O günden bu yana yaşanan gelişmeler, bizim öngörülerimizi bütünüyle doğruladı. Seçim kampanyası, yolsuzluk skandallarına bulaşmış, sevilmeyen bir devlet başkanı olan Chirac’ın siyasi olarak yeniden güç kazanmasına yol açtı. Chirac, aynı zamanda bu fırsatı, iki ay sonra Ulusal Meclis’te (parlamento) çoğunluğu elde edebilmek için kullandı. Böylelikle Chirac, sahip olduğu toplumsal destekle ilgisi olmayan bir otorite elde etmiş oldu.

Chirac, bu gücü, o zaman öngörmüş olduğumuz şekilde, en gerici güçlerin yolunu açmak için kullandı. O zamandan beri, Ulusal Cephe’yle hemen hemen aynı programı paylaşan bir adam, Nicolas Sarkozy, Chirac’ın partisinin önderliğini ele geçirdi. LCR’ın Pablocuları, bu gelişmenin doğrudan siyasi sorumluluğunu taşıyorlar.

Halk Cepheciliği

Şimdilerde bu güçler, Jospin’in yönetiminde çok iç karartıcı bir şekilde başarısızlığa uğramış olan "sol koalisyon"un bir benzerini yeniden canlandırabilmek için hummalı bir biçimde çalışıyorlar. Hem LCR içinde hem de LCR’nin olası koalisyon ortakları arasında, Pablocuların hükümete katılıp katılmayacakları ve bunun hangi koşullar altında olabileceğine ilişkin bir tartışma yürütülüyor.

LCR’nin sözcüsü Olivier Besancenot, Stalinist günlük gazete L’Humanité tarafından kısa süre önce düzenlenen bir toplantıda, LCR’in gelecek seçimlerde solun birleşerek bir sol aday çıkarmasına hangi temelde destek vereceğini ortaya koydu.

Besancenot’a göre, bunun bir önkoşulu "açıkça kapitalizm karşıtı" olan, "[ekonomik] liberalizme karşı çoğunluk politikası" izlenmesi. Aslında bu önkoşul o denli geniş ki içinden bir balina geçebilir. Fransa’da neredeyse bütün siyasi spektrum -sağ burjuva partiler de dahil- "liberalizm"in kimi biçimlerine muhalefetlerini ilan etmeye hazırlar. En sağcı sosyalistler bile "anti-kapitalist" olduklarını iddia ediyorlar.

LCR, daha şimdiden Stalinistlerle yakın işbirliği içine girmiş durumda. Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) ve LCR’nin üst düzey komiteleri ortak girişim ve etkinlikler üzerinde anlaşmak için düzenli olarak bir araya geliyorlar. LCR, geçtiğimiz Ekim ayında, Sosyalist Parti, Yeşiller, Sol Radikaller ve FKP adına sendikalara gösteri yapma çağrısı yapan bir bildirinin altına imza attı.

Sosyalist Parti başkanı François Hollande, Le Figaro gazetesi kendisine doğrudan doğruya, LCR ile birlikte aynı hükümete yer almaya hazır olup olmadığını sorunca kaçamaklı bir cevap verdi: "Bizler, bütün solu bir hükümet protokolü etrafında toplamaya hazırız."

LCR’in, şu sıralarda devam etmekte olan 16. Kongresi için hazırlanan karar önergesi taslağı, bir tür halk cephesi kurulması çağrısı yapıyor. Bu karar önergesi, "hem toplumsal hareketlerin hem de anti-liberallerin ve anti-kapitalist solun", "neo-liberal taarruza ve milliyetçi sağa karşı bir karşı atak geliştirmesi" etrafında bir "birleşik politika" öneriyor. "Bir acil sosyal ve demokratik önlemler programı" temelinde "… liberal siyasete karşı yeni bir güç dengesi yaratılmalıdır."

Bu formülasyonların anlamı her hangi bir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık: LCR, muhafazakarlar iktidarı kaybederse yeni bir hükümet kurabilmek için, bir asgari toplumsal ve demokratik talepler programı temelinde, hem Jospin hükümetine katılmış olan partileri, hem de Attac ve sans papiers(göçmen hakları için kampanya yürütmekte olan örgüt) gibi diğer hareketleri bir araya getirmek istiyor. Bu tür bir hükümet, tıpkı tarihsel selefi -1930’lardaki Leon Blum’un önderliğindeki Halk Cephesi hükümeti- gibi, yoğun bir toplumsal kriz döneminde Fransız kapitalizmini koruma görevini üstlenecektir.

Pablocular, benzer bir hareketi, üyelerinden birinin Devlet Başkanı Ignazio "Lula" da Silva’nın hükümetinde bakanlık yapmakta olduğu Brezilya’da gerçekleştirdiler.

Fransız burjuvazisinin temsilcilerinin Pablocuların hükümete dahil edilmesini tartışıyor olmaları, siyasi krizin derinliğinin bir ifadesidir. Siyasi savaşta saflar giderek berraklaşıyor. Uluslararası Komite’nin devrimci perspektifi ile burjuva düzenin savunucuları arasında hiç bir şey bulunmuyor.

Pablocular, aynı zamanda İtalya’da burjuva düzenin savunulmasında önemli bir rol oynadılar. 1991 Yılında, İtalyan Komünist Partisi’nin çökmesinden doğan Rifondazione Communista [Komünist Yeniden İnşa] (RF), bir süredir, bütün Avrupa’da, küçük burjuva radikalleri için bir model oldu.

İtalyan radikallerinin çoğu, RF ile saflarını sıklaştırdılar. Önde gelen İtalyan Pablocu Livio Maitan, 2004 yılında ölene değin, RF’nin başı Fausto Bertinotti’nin en önemli danışmanlarından biriydi. İki yıl önce, Maitan’ın eğiliminin üyelerinden biri, Rifondazione’yı, "karmaşık bir fikir çatışmaları, kopuşlar, deneyler, açılmalar ve yeniden gruplaşmalar sürecinden geçerek, yeni bir devrimci siyasi özneye doğru yol alabileceğimiz"[4] bir araç olarak tanımlamıştı.

Rifondazione, böyle bir şey değildir. Bu partinin oynamakta olduğu role ilişkin ciddi bir inceleme, onun işçi sınıfı içinde bağımsız ve sosyalist bir yönelimin ortaya çıkmasının önünde duran ciddi bir engel olduğunu gösterir.

Rifondazione, 1990’ların siyasi krizleri sırasında bir dizi burjuva hükümetin mecliste çoğunluğu elde etmesini sağladığı halde, kendisi herhangi bir hükümet içinde yer almadı ve bir ayağını parlamento dışı protesto hareketlerinin içinde tutmaya çalıştı.

2003 yılının yazında, toplumsal protestoların doruk noktasında, Berlusconi hükümeti giderek artan baskı altında kaldığı sırada, partinin şefi Bertinotti, merkez-sol partiler için bir program üzerinde anlaşmaya ve gelecekte Romano Prodi yönetiminde kurulacak bir hükümete bir bakan olarak katılmaya hazır olduğunu açıkladı.

Almanya’da, Gregor Gysi ile Oskar Lafontaine’nin başında yer aldığı Sol Parti, burjuva düzeni için yeni bir sol oluşturmaya çalışıyor. Onların, düzen partilerine karşı bir alternatifi temsil ettikleri iddiası, Rifondazione’nın durumunda olduğundan daha da zayıf ve inandırıcı olmaktan uzak.

Eski Doğu Almanya’daki devlet partisinin halefi olan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS), kendisinin kapitalizm yanlısı kimlik belgelerini uzun süre önce hazırlamıştı. PDS, Berlin belediyesinde ve Doğu Almanya’da siyasi iktidarı diğer siyasi partilerle paylaşıyor. Başkent, borca batmış ve PDS’nin yönetimi altında Almanya’nın her yerinde sürdürülen eğitim, hastane ve diğer kamu tesislerine ayrılan kaynaklarda yapılan kesintilerin öncüsü haline gelmiş durumda. SPD-PDS’in çoğunlukta olduğu belediye meclisi Berlin’in kamu ulaştırma işçilerinden toplam yüzde 10 oranında bir ücret indirimini kabul etmelerini istedi.

Şimdi, Gregor Gysi ile birlikte, Sol Parti’nin parlamento grubuna önderlik eden Oskar Lafontaine, 1998 yılında SPD’nin genel başkanı ve Gerhard Schröder’in seçim zaferinin mimarıydı. Lafontaine, hizmetlerinin karşılığında, SPD-Yeşiller koalisyonunun Maliye Bakanı olarak atandı. Daha öncesinde siyasi kariyerini, kömür ve çelik sanayilerinin kapatılmasında etkin bir rol oynadığı Saarland’da eyalet başbakanı olarak yapmıştı.

Sol Parti, kapitalizmin temelini bile sorgulamıyor. Bu partinin programı, ateşli bir biçimde savunduğu ulusal devlet çerçevesine hapsolmuş toplumsal reformlarla sınırlı. PDS’nin ilan edilmiş hedefi, SPD ile ulusal düzeyde bir koalisyona katılmak.

SPD’ye ilişkin yaygın hayal kırıklığı ve öfke, Sol Parti’nin, geçen yılki seçimlerde, Yeşilleri geçecek kadar oy toplayıp kendi grubuna sahip olacak biçimde parlamentoya girmesini mümkün kıldı. Buna karşılık parlamentoda elde edilen başarı, üye sayısında büyük bir artışa yol açmadı ve bu partinin kamuoyu yoklamalarındaki desteği bir süreden beri azalıyor. Partinin aktif üyeleri, batıdaki eski sendika bürokratlarından, doğudaki eski Stalinist taraftarlarından oluşuyor.

Sol Parti’yi en pembe renklerle betimleyip, bu son derece muhafazakar örgüte yeni bir yaşam nefesi verenler bir kez daha sahte Troçkistler ve Pablocular. Almanya’nın kapitalist birleşmesinin ardından, Pablocu Birleşik Sekreterlik’in bir dizi önde gelen Alman temsilcisi PDS’ye katıldı. Şimdilerde, Militant Eğilimi’nin ve Uluslararası Sosyalistler’in Alman yandaşları, Sol Parti için yoğun biçimde kampanya yürütüyor.

Özetle, Avrupa kapitalizminin toplumsal ve siyasi krizinin son derece ileri bir aşamaya ulaştığı söylenebilir.

Avrupa Birliği, bir çıkmaz sokakta; Avrupa içinde, uluslararası çatışmalar ve gerilimler artıyor, toplumsal eşitsizlik muazzam boyutlara ulaşmış durumda, geniş toplum kesimlerinin yaşam standartları geriliyor ve işçi sınıfı, eski örgütleriyle birlikte çok sayıda acı deneyimden geçmekte.

Bu deneyimlere bilinçli ifade vermek, gerekli siyasi dersleri çıkarmak ve bütün demokratik ve toplumsal hakları yorulmaksızın savunmak bizim görevimiz. Avrupa’nın –Troçki’nin söylediği gibi "Avrupa proletaryasının devrimci bir görevi" olarak- sosyalist temellerde birleşmesi, şimdi doğrudan pratik önem taşımaktadır.

Bu görevlerin merkezinde, Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin Avrupa çalışmasının geliştirilmesi yatıyor. Bizler daha ve daha fazla yazmak, daha kapsamlı ve daha polemikçi olmak zorundayız. Aynı zamanda, siyasi gelişmelere aktif olarak müdahalede bulunmamızı sağlayacak -seçimlere katılmak gibi- fırsatları değerlendirmeliyiz.

Dipnotlar:

[1] "GDR: the Working Class at the Crossroads", BSA merkez komitesi tarafından yayınlanan bildiri, 2 Haziran 1990,The End of the GDR’ın [DAC’nin Sonu] içinde, ss. 369-370.

[2] Lev Troçki, "Barış Programı".

[3] Lev Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi, Önsöz.

[4] Flavia D’Angeli, "New turn for PRC," International Viewpoint 359, Mayıs/Haziran 2004.