Türkiye’deki seçime ilişkin sınıfsal konular

Türkiye’deki 1 Kasım seçimleri, görülmedik siyasi ve toplumsal çalkantı koşullarında gerçekleşiyor. Bu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) 7 Haziran’da tek başına iktidar kuracak çoğunluğu yitirmesinin ve bir koalisyon hükümeti kurma görüşmelerinin başarısız olmasının ardından bu yıl içinde gerçekleşen ikinci seçim.

Daha otoriter bir yönetim kurmak için anayasa değişikliğinde ısrar eden Erdoğan, AKP’nin yenilgisine, siyasi muhaliflerin ve gazetecilerin gözünü korkutup onlara zulmederek tepki gösterdi. Bu saldırıların odağında, oyların yüzde 13’ünü alarak parlamentoya girmesi AKP’yi iktidar için gerekli çoğunluktan mahrum bırakan Halkların Demokratik Partisi (HDP) yer alıyor.

Erdoğan, iktidarı kontrolü altında tutmaya yönelik çaresiz bir girişimle, Türkiye’yi iç savaşın eşiğine getirecek şekilde Kürtlere karşı savaşı yeniden başlattı, Suriye’deki askeri müdahaleyi arttırdı ve diktatörce önlemlere başvurdu. Yaygın bir şekilde, hükümetin, Suruç ve Ankara’da gerçekleştirilen ve 130’dan fazla cana mal olan terörist saldırılarda parmağı olduğundan kuşkulanılıyor.

Türkiye’deki burjuva egemenliği, küresel ekonomik krizin ve Suriye’deki iç savaşın etkisi altında, derin bir krizin içinde.

ABD’nin Afganistan’ı ve Irak’ı istilasından bu yana, tüm Ortadoğu bölgesi, 15 yıldır kesintisiz bir savaş eliyle harap edilmektedir. Ortadoğu, I. Dünya Savaşı öncesi Balkanlar gibi, emperyalistler arasında, bir üçüncü dünya savaşını tutuşturma tehdidi oluşturan bir rekabet, bölgesel egemenlik çatışmaları ve etnik-dinsel katliam alanına dönüştürülmüştür. Yüz binlerce insan öldürülmüş, milyonlarcası sığınmacı haline getirilmiş durumda.

Suriye’ye ve Irak’a tonlarca bomba atıp karada savaşan ve vekil güçleri eğitip silahlandıran ABD, Britanya, Fransa ve Almanya emperyalistlerinin yanı sıra Rusya, [buna] doğrudan bulaşmıştır. ABD ile Rusya arasındaki askeri karşılaşmaların, kontrolden çıkma ve bir nükleer çatışmaya tırmanma tehlikesi artıyor.

Türkiye, Suudi Arabistan, İran, İsrail ve Mısır; tamamı, bölgesel egemenlik uğruna rekabet ediyor. Boğazına kadar emperyalist komploların içinde olan bu devletlerin her biri kendi yağmacı gündemini izliyor. Türkiye burjuvazisi, kirli ve kokuşmuş karakterini bir kez daha sergiliyor. Bu, yalnızca onun AKP önderliğindeki İslamcı kanadı için değil; Kürt milliyetçileri de dahil, laik ve ulusalcı kanadı için de geçerlidir.

Erdoğan, daha birkaç yıl önce, burjuvazinin ve orta sınıfın liberal kesimleri tarafından, bir reformcu ve demokrat olarak göklere çıkartılıyordu. Erdoğan, ordu ile bir iktidar mücadelesine girdi; Irak, Libya ve Suriye’de ABD önderliğinde başlatılan savaşların ardından gitti; Türk ekonomisinin yoğun yabancı sermaye girişiyle beslenen hızlı büyümesine yol açmış olan yeni-Osmanlıcı bir yayılmacılık politikası izledi.

Bununla birlikte, Erdoğan ve destekleyicileri fena halde yanlış hesap yaptılar. Mısır’daki Müslüman Kardeşler yönetiminin ordu tarafından iktidardan indirilmesi ve ABD’nin Suriye politikasında yaşanan çeşitli değişiklikler, Türkiye’yi neredeyse bütün komşularıyla çatışmaya sürükledi, ABD ile ilişkileri bozdu ve AKP ile egemen seçkinlerin –aralarında onun eski müttefiki, ABD yanlısı Gülen hareketinin de olduğu- diğer kesimleri arasında sert çatışmalara neden oldu.

Ayrıca, yeni-Osmanlı projesinin başarısızlığı, Avrupa’daki durgunluk, yatırımcıların “gelişmekte olan piyasalar”daki kapsamlı krizin bir parçası olarak fonları ülkeden çıkarması ve Türkiye’nin en önemli ticaret ortaklarından biri olan Rusya ile ilişkilerin –Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinin ardından- kötüleşmesi, derin bir ekonomik krize yol açmış durumda.

Türk Lirası, bir yıl içinde değerinin üçte birini yitirdi, imalat endeksi geriliyor ve turizm gelirleri azalıyor. Sonuç olarak, AKP hükümeti, hızla artan işsizliğe, yoksulluğa ve toplumsal eşitsizliğe yönelik artan bir işçi sınıfı ve gençlik muhalefetiyle karşı karşıya. Türkiye burjuvazisi, bu koşullar altında, bir kez daha gerçek yüzünü ortaya koyuyor.

Muhalefet partileri, demokratik hakların savunucuları kılığına girecek durumda değiller. Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), onlarca yıldır, 1960’tan bu yana dört darbe düzenlemiş ve işçi sınıfını şiddetle ezmiş olan bir ordu ile bağlantılıdır. CHP, 7 Haziran seçimlerinin ardından, haftalarca AKP ile koalisyon görüşmeleri yaptı ve Pazar günkü seçimler yeni bir beraberlikle sonuçlanırsa, hiç kuşkusuz, bunu bir kez daha yapacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) faşist güçlerle yakın bağlara sahiptir. O, demokratik haklara, özellikle de Kürtlerin haklarına ve işçi sınıfına derinlemesine düşmandır.

AKP’nin saldırılarının başlıca hedefi olan Halkların demokratik Partisi (HDP), Kürt kitlelerini ve önemli oranda Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde yaşayan Kürt işçilerini değil; emperyalizm ile kendi pazarlığını yapmayı ve işçi sınıfının sömürüsündeki payını almayı uman Kürt burjuvazisini temsil etmektedir. HDP, Türkiye’nin Kürt bölgelerindeki vahşi askeri operasyonların, polisin gözetiminde bürolarına yönelik yüzlerce faşist saldırının ve destekleyicilerine yönelik intihar bombalamalarının ardından bile, hala AKP ile bir koalisyona ya da onu desteklemeye hazır olduğunu ilan etmektedir.

HDP’nin yönelimi işçi sınıfına doğru değildir. O, PKK ve Irak ile Suriye’deki farklı Kürt milliyetçisi hizipler gibi, şu ya da bu emperyalist gücün gözüne girmeye çalışmakta ve onlara hizmetini sunmaktadır.

Son tahlilde, diktatörlük ve militarizm yönelişi, Erdoğan’ın kişisel tutkularının ya da AKP’nin yozlaşmasının sonucu değildir. Onun kökleri, Türkiye devletinin kökenlerinde ve Türkiye burjuvazisinin karakterindedir.

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1923’te kurulduğu zaman, burjuvazinin gerçek bir demokratik devrim gerçekleştirebileceği dönem, uzun süre önce uluslararası ölçekte sona ermişti. Lenin ile birlikte Rusya’daki 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik etmiş olan Lev Troçki’nin sürekli devrim teorisinde açıkladığı gibi, gecikmiş burjuva gelişmenin yaşandığı ülkelerde “onların demokrasiye ve ulusal kurtuluşa ulaşma görevlerinin tam ve gerçek çözümü, yalnızca, boyun eğdirilmiş ulusun, öncelikle de köylü kitlelerinin önderi olarak proletaryanın diktatörlüğü yoluyla olasıdır.”

Türkiye’nin emperyalist paylaşımına karşı Mustafa Kemal önderliğinde verilen savaş ilerici bir içeriğe sahipken, Kemalistler, gerçek demokrasiyi ve emperyalizmden bağımsızlığı elde etmekten aciz olduklarını kanıtladılar. Bu, en açık şekilde, Türk devletinin her türlü bağımsız işçi sınıfı hareketine azılı düşmanlığı ve Kemalistlerin Kürtlere, Ermenilere, Rumlara ve diğer ulusal azınlıklara demokratik haklar sağlamadaki acizlikleriyle ifade edildi. Türkiye, Türk milliyetçiliğinin devlet tarafından resmen teşvik edilmesine karşın, her zaman, NATO üyeliği eliyle sıkı bir şekilde bağlanmış olduğu ABD emperyalizmine bağımlı kalmıştır.

Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından yeniden paylaşımı, bütün bu tarihsel sorunları ön plana çıkartmaktadır. Bu sorunların hiçbiri çözülmemiştir. Değişen şey, sayısı büyük ölçüde artmış olan işçi sınıfının büyüklüğüdür. Türkiye, toplumsal bileşimi açısından, artık geri kalmış bir ülke değildir. Milyonlarca insan kırsal alanı terk ederek kentlere gelmiş ve uluslararası proletaryanın saflarına katılmıştır.

Seçimlere katılan partilerin hiçbirinin bu milyonlarca işçiye ve gençliğe sunacak hiçbir şeyi bulunmuyor. Seçimlerin kesin sonuçlarını öngörmek zor ama o, ülkeyi iç savaşa ve diktatörlüğe sürükleyen sorunların tekini bile çözmeyecek. AKP’nin amacına ulaşması ve mecliste tek başına iktidar kuracak çoğunluğu elde etmesi mümkün görülmemekle birlikte, o, bu duruma, provokasyonlarla ve diktatörlük yönünde hamlelerle ya da bir başka parti ile emekçiler zararına kirli bir anlaşmayla tepki gösterecektir.

Türkiyeli işçiler ve gençler, kendi yazgılarını, meclis koltukları uğruna rekabet eden burjuva hiziplerden herhangi birine bağlayamazlar. Onlara, birçok sahte sol örgütün yaptığı gibi, HDP’yi destekleme çağrısı yapanlar, canice bir aldatma suçu işliyorlar. HDP, bağımsız bir işçi sınıfı hareketine derinlemesine düşmandır. O, Yunanistan’daki Syriza gibi, kendi toplumsal çıkarlarını ilerletmek için, toplumsal ve demokratik sorunlara hitap ediyor. HDP, temsil ettiği Kürt burjuva unsurlar adına bir ilerleme kaydedebilirse, kaçınılmaz olarak, seçim vaatlerinin her birine ihanet edecektir.

Savaş, iç savaş ve diktatörlük tehlikelerinin üstesinde gelebilecek tek toplumsal güç, uluslararası işçi sınıfıdır. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) Temmuz 2014’teki “Sosyalizm ve emperyalist savaşa karşı mücadele” başlıklı açıklamasında yazmış olduğu gibi:

Emperyalizmi çılgınlık noktasına getiren aynı çelişkiler, toplumsal devrim için nesnel dürtü sağlamaktadır. Üretimin küreselleşmesi, işçi sınıfının büyük çapta büyümesine yol açmış durumda. Savaşın temel nedeni olan kar sistemine son verebilecek tek güç, herhangi bir ulusa üye olmayan uluslararası işçi sınıfıdır.

Türkiyeli işçilerin, kendi bağımsız partilerini, DEUK’un Türkiye şubesini inşa etmeleri gerekmektedir. İşçiler, sosyalist bir program temelinde, bankaların ve büyük şirketlerin toplumsallaştırılmasını ve ekonominin toplumsal ihtiyaçlara göre yeniden örgütlenmesini üstlenmiş bir işçi hükümeti uğruna mücadele etmelidirler.

Ortadoğu’nun emperyalist paylaşımı, yeni sınırlar çizerek ve her bir etnik ya da dinsel kesim için yeni devletler kurarak değil; yalnızca, bölgedeki işçileri ve ezilenleri bir Ortadoğu sosyalist federal cumhuriyetinin bayrağı altında birleştirerek durdurulabilir.