Doğu Avrupa’da Stalinizm: DDR’nin Yükselişi ve Düşüşü

Bu konferans, 6 Ocak 1998’de Sosyalist Eşitlik Partisi (Avustralya) tarafından 3-10 Ocak 1998 tarihleri arasında Sidney’de düzenlenen Marksizm ve 20. Yüzyılın Temel Sorunları başlıklı Uluslararası Yaz Okulunda verildi.

Peter Schwarz, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Sekreteri ve DEUK’nun Almanya şubesinin önderlerinden biridir. Schwarz, bugüne kadar Doğu Avrupa’da Stalinizmin çöküşü üzerine çok sayıda yazı yazmış ve konferans vermiştir.

Giriş

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa’da kurulan Stalinist rejimlerin çöküşünün üzerinden sekiz yıl geçti.

1989’un tamamına, sadece Doğu Avrupa’yı değil, fakat aynı zamanda Çin’i ve Sovyetler Birliği’ni de kasıp kavuran protestolar, grevler ve kitlesel gösteriler damgasını vurdu. Çin’de, Deng Şiaoping’in başında bulunduğu rejim, uluslararası düzeyde Tiananmen Meydanı’nda yaşanan olaylarla bağlantılı olarak hatırlanan protestoları, bir katliam yaparak bastırdı. Aslında bu olaylar bütün ülkeye yayılmıştı. Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov, ülke çapında greve gitmiş olan madencilere bir dizi geçici ödün verdi. Gorbaçov, rejimini iki yıllık bir süre ile daha koruyabildi ve ardından iktidarı Yeltsin’in önderliğindeki daha sağcı güçlere teslim etti.

Bununla birlikte, Moskova’nın korumasından yoksun kalan Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimler, birer domino taşı gibi yıkıldılar. Macaristan’da Komünist Parti kendi kendini feshetti. Polonya’da ise iktidarı Solidarnosc [Dayanışma] Muhalefeti’ne devretti. Doğu Almanya’da (Deutsche Demokratische Republik, DDR) yirmi yıl boyunca ülkenin en güçlü adamı olan Erich Honecker görevden alındı, partiden atıldı ve ev hapsinde tutulmaya başlandı. Bir yıl sonra DDR ortadan kalktı ve Batı Alman devleti ile birleşti. Honecker’in Rumen meslektaşı Nikolay Çavuşevsku’nun akıbeti daha da kötü oldu. Karısı Elena ile birlikte bir duvarın önüne getirildi ve televizyon kameralarının önünde kurşuna dizildi. Yugoslavya’da, Çekoslovakya’da ve Bulgaristan’da da Stalinist iktidarın sona ermesine yol açan protestolar ve grevler düzenlendi.

1989’da Doğu Avrupa’da Stalinist rejimleri alaşağı eden hareketlere, egemen bürokrasiye, onun sahip olduğu ayrıcalıklara ve egemenliğinin diktatörce biçimlerine duyulan derin nefret yön veriyordu – bu nüfusun ezici çoğunluğu tarafından paylaşılan bir nefretti. Grevlere ve gösterilere katılanlar, genel olarak yaşam koşullarında bir iyileşme ve daha fazla demokrasiye kavuşma umudunu taşıyorlardı.

Ancak sekiz yıl sonra bu beklentilerden hiçbiri gerçekleşmiş değil. Toplumsal durum tam bir felaket. Mevcut işlerin yüzde 80’lere varan oranlarda ortadan kalkması nedeniyle işsizlik rekor seviyelere yükseldi. Sağlık ve emeklilik sisteminden ve diğer sosyal hizmetlerden geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamış durumda. Organize suç hızla tırmanıyor. Bir avuç yeni zengin dışında nüfusun çoğunluğu yaşamını derin bir yoksulluk içinde sürdürüyor. Doğu Almanya’daki fabrikalar Batı Alman şirketler tarafından ele geçirildi, kapatıldı veya bütün Almanya’da ucuz emek gücünün uygulamaya konmasının ilk örneklerine dönüştürüldü. Resmi işsizlik oranı şimdilerde yüzde 20’lerin üzerinde. Ancak bu oran düzmece çalışma programlarını, yarı zamanlı işlerde ya da asgari ücretle çalışanları veya batıdaki işyerine ulaşmak için her gün saatlerce yolculuk yapmak zorunda olan milyonları içermiyor. Yugoslavya parçalandı ve yüz binlerce insanın yaşamına mal olan bir iç savaş kabusunun içine atıldı.

Demokrasi açısından bakıldığında da herhangi bir ilerlemenin sağlanamadığı görülüyor. Şu anda Doğu Avrupa ülkelerinin birçoğunda iktidar, eski devlet mallarını özelleştirme yoluyla çalan ve yağmalayan, sosyal hizmetleri çarçur eden bir avuç eski Stalinist bürokrattan, kokuşmuş yeni zenginden ve resmi suçlulardan oluşan küçük bir kliğin elinde bulunuyor.

Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Bu kadar coşkulu bir biçimde ve bu kadar çok umut bağlanarak yürütülmüş olan bir hareket neden böyle bir felakete yol açtı? Bu sorunun cevabı oldukça basit. 1989’da caddeleri dolduranlar neden nefret ettiklerini ve neyi reddettiklerini gayet iyi biliyorlardı. Ancak çürümekte olan toplumsal düzenin yerini neyin alması gerektiği konusunda hiçbir fikirleri yoktu. Tutarlı bir siyasi perspektif ve önderlikten yoksundular.

Tarihte, tarihsel süreçte bilincin rolünü –olumsuz yoldan– 1989 yılının olaylarından daha çarpıcı bir biçimde ortaya koyan çok sayıda başkaca örnek yoktur. Geçerli bir perspektifin bulunmadığı bir ortamda –bu durum 1989 yılının hareketleri için oldukça karakteristikti– aşırı sağcılardan ve kapitalizmin coşkulu taraftarı haline gelmiş olan Stalinist bürokratlardan oluşan küçük kliklerin bu hareketleri kendi hedefleri doğrultusunda manipüle etmeleri mümkün oldu. Bunlar, iktidarı gasp etmeyi ve daha önceki rejim döneminde var olan sınırlı toplumsal kazanımları lağvetmeyi başardılar.

1989 olayları; herhangi bir kendiliğinden ortaya çıkmış olan kitlesel hareketin, programından ve toplumsal bileşiminden bağımsız bir biçimde, otomatik olarak ilerici bir doğrultuya sahip olacağını ve dolayısıyla sosyalistlerin görevinin önderlik ve program için müdahale ve mücadele etmek değil, mevcut mücadeleleri teşvik etmek ve desteklemek olduğunu söyleyenlere verilmiş yıkıcı bir cevap niteliğindedir.

Sekiz yıl sonra bile, yaşanan bütün hayal kırıklıklarına ve toplumsal gerilimlerin patlama noktasına gelmiş olmasına karşın, Doğu Avrupa işçi sınıfı içinde, varlığını bağımsız olarak sürdürebilen bir perspektifin zerresi dahi yok. Peki, neden? Bu soru bizi doğrudan bu konferansın konusuna, Stalinizmin Doğu Avrupa’daki rolüne getirir. Bu konunun incelenmesi sadece mevcut perspektif krizine yönelik temel bir anlayışa sahip olmamızı sağlamaz, fakat aynı zamanda onun üstesinden gelmemizi sağlayacak araçları da sunar. Bu soru, işçi sınıfının siyasi olarak yeniden silahlandırılması açısından çok önemlidir: bu söylenen sadece Doğu’daki değil, fakat aynı zamanda Batı’daki işçi sınıfı için de geçerlidir.

Stalinist bürokrasi tarafından Doğu Avrupa’da kurulmuş olan devletler sosyalist miydi ya da en azından sosyalizme doğru atılmış bir ilk adım mıydı?

Böyle oldukları iddiası sadece eski Stalinist yöneticiler ve profesyonel anti-komünistler tarafından değil, fakat aynı zamanda sözde “solcular” –örneğin tövbekâr Stalinistler (Almanya’daki PDS gibi) ve Ernest Mandel’in Pablocu Birleşik Sekreterlik’inin taraftarlarının da içinde yer aldığı bütün küçük burjuva eski radikaller– tarafından da öne sürülüyordu. Almanya’da eski DDR için “real existierender Sozialismus” terimini kullanıyorlardı. Bunun en uygun çevirisi “gerçek hayatta var olduğu şekliyle sosyalizm”dir. Bu terim bir dizi gizli varsayımı içerir. “Gerçek hayatta var olduğu şekliyle” sınırlaması, bir yandan, DDR’nin tam anlamıyla Marx, Engels, Luxemburg, Lenin, Troçki ve daha birçokları tarafından tasavvur edildiği şekliyle sosyalizmin idealine denk düşmediğinin kabulüdür. Stalinizme yönelik her türden eleştiriye bir alan açar. Fakat diğer yandan DDR’nin tam olarak ne olduğunu açıklamaz. Sessizce DDR’nin “gerçek hayattaki” tek olası sosyalizm olduğunu varsayar: çünkü herkesin bildiği gibi katı gerçeklik soylu hayallere hiçbir zaman tam olarak denk düşmez. Bu terim, DDR’nin çöküşüyle birlikte, sosyalizmin başarısızlığa uğradığı sonucunun çıkmasına yol açar.

Bu tanımı, Marksizme bütünüyle yabancı olan bir sosyalizm kavrayışı izler. Sosyalizm, işçi sınıfı hareketinin, onun kendi siyasi amaçlarının bilincinde oluşunun ve ekonomik olduğu kadar, sosyal ve kültürel olarak da daha yüksek bir toplum inşa etmek için verdiği mücadelenin bir sonucu değildir artık. Bunun yerine, sosyalizm, yukarıdan uygulanan bir dizi ekonomik önlemin sonucudur. “Gerçekte var olduğu şekliyle sosyalizmin” çöküşünden sonra iki kötülükten birini seçme ikilemi ile karşı karşıya kalıyoruz. Kapitalizmin daha olumlu ya da daha az olumsuz özellikleri ile “gerçek hayatta var olduğu şekliyle” sosyalizmin daha olumlu ya da daha az olumsuz özelliklerini deneyebilir ve birleştirebilirsiniz. Kapitalizmin en kötü sonuçlarını kimi ılımlı reformlarla azaltmayı umabilirsiniz. Fakat burada işçi sınıfının sosyalizm için vereceği bağımsız mücadele bütünüyle gündem dışındadır.

Doğrusunu söylemek gerekirse bu, bu tür bir görüşe sahip olan siyasi örgütlerin tümünün perspektifidir ve Avrupa’da bunlardan çok sayıda bulunmaktadır. Bunlar reformist ve sendikal aygıtların etrafında dönüp dururlar ve bunların sola doğru itilebileceklerini öne sürerler. İşçi Partisi’ne, Sosyal Demokratlara ve eski Stalinistlere bir alternatif oluşturmak yerine, bu “sollar”, onlar için ek bir payanda olma görevini üstlenirler. İşçi sınıfının geçmişten çıkartılacak dersleri öğrenmesine, bağımsız bir eylem hattına sahip olma çabalarına engel olurlar.

Bugünkü konferansta, hem Stalinist rejimlerin ortaya çıkmasına ve çökmesine yol açan siyasi olayları, hem de bu olayların Dördüncü Enternasyonal içinde nasıl tartışıldığını inceleyeceğim. Zamanın sınırlı olması nedeniyle, esas olarak Doğu Almanya’da –DDR’de– yaşanan olaylardan söz edeceğim.

Dördüncü Enternasyonal, Stalinist ve faşist zulüm sonucunda uğradığı kayıplar nedeniyle İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen mücadeleler üzerinde önemli bir rol oynayamadı. Ancak buna karşılık işçi sınıfının ideolojik laboratuvarı ve hafızası olabildi. Doğu Avrupa’daki olaylar başka hiçbir yerde bu kadar derinlemesine tartışılmadı ve bu olayların siyasi ve tarihsel etkileri bu derece dikkatle ve doğru bir biçimde değerlendirilmedi. Dördüncü Enternasyonal’in Doğu Avrupa’da kurulan devletlerin doğası üzerine yürüttüğü tartışmalar, yaklaşık 50 yıl sonra, bu ülkelerin çöküşünün ardından basılan kitapların birçoğundan hâlâ çok daha bilgilendiricidir.

Doğu Avrupa devletlerinin kökenleri

1950’lilerin başlarında, Kızıl Ordu’nun İkinci Dünya Savaşı sonunda ele geçirdiği ülkelerin siyasi ve toplumsal yapısı az çok Sovyetler Birliği’ninkine benziyordu. Toprak ve sanayi ulusallaştırılmış ve geriye önemli sayılabilecek büyüklükte herhangi bir burjuva mülkiyeti kalmamıştı. İktidar, sosyalizmi inşa etmekte olduğunu iddia eden yekpare Stalinist partilerin elindeydi.

Buna karşılık bu devletlerle Sovyetler Birliği arasında, kökenleri itibariyle önemli bir farklılık bulunuyordu. Sovyet devleti, daha sonra ihanete uğrayan muzaffer bir proleter devrim ile kurulmuştu. Doğu Avrupa devletleri ise işçi sınıfının aktif desteği şöyle dursun, bu sınıfın şiddetli bir biçimde baskı altına alındığı koşullarda ortaya çıktı.

Stalin, başlangıçta Doğu Avrupa’da büyük çaplı ulusallaştırmalar yapmayı planlamıyordu. Stalin’in dış politikası, iç politikası gibi, tek bir egemen güdü tarafından belirleniyordu: Sovyet bürokrasisinin kendisini koruması. Stalin’in temel endişesi, İkinci Dünya Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi bütün Avrupa’yı kasıp kavuran yeni bir işçi sınıfı ayaklanması dalgasını tetiklemesiydi. Böyle bir devrimci dalga Sovyet işçi sınıfını Stalinist rejime karşı ayaklanmaya teşvik edip rejimin sallanmasına neden olabilirdi. Bu nedenle Stalin’in savaş tarafından temelleri sarsılmış olan burjuva rejimleri yeniden kurmakta yaşamsal bir çıkarı vardı.

Aynı zamanda, Moskova bürokrasisi, az daha Sovyetler Birliği’nin mahvına yol açacak olan Alman saldırısının şoku nedeniyle hâlâ ayakta zor duruyordu. Bürokrasi başka bir emperyalist saldırıya karşı belirli garantiler istiyordu.

Sovyetler Birliği ile Amerikalı, Britanyalı ve Fransız müttefikleri arasında yapılan Tahran, Yalta ve Postdam konferanslarında varılan anlaşmaların arka planında bunlar yer alıyordu. Sovyetler Birliği’ne, batı sınırlarını kapitalist Avrupa’dan ayıracak olan bir dizi tampon devlet –Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve belli bir ölçüde Yugoslavya ve Arnavutluk– üzerinde denetim kurma hakkı tanındı. Almanya ise Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Britanya ve Fransa tarafından ortaklaşa yönetilecek ve dört işgal bölgesine bölünecekti.

Tampon devletler üzerinde denetim hakkı tanımak emperyalist güçler açısından verilmiş büyük bir ödün değildi. Bu ülkelerde burjuvazi çok zayıftı ve Nazilerle yapmış olduğu işbirliği nedeniyle itibarını yitirmiş durumdaydı. İşçi sınıfını sadece Stalinizm denetim altında tutabilirdi. Stalin ise emperyalist güçlere Batı Avrupa’da burjuva egemenliğinin yeniden kurulması için destek sağlamayı taahhüt etti. Sovyet bürokrasisi, Doğu Avrupa’da –bütünüyle kendi denetimi altında olmasına ve burjuva partilerin çok zayıf olmalarına karşın– burjuvaziyi yeniden iktidara getirdi. Birçok durumda burjuva siyasetçiler tarafından yönetilen bu hükümetlerin kilit bakanlıkları, rejimin Moskova’ya sadık kalmasını güvence altına almak için Stalinist partinin temsilcilerinin elinde oluyordu. Burjuva partileri, genel olarak, işbirliği yapmaya fazlasıyla hazırdılar. Bu, burjuvazinin iktidara yeniden tırmanabilmek için sahip olduğu tek şanstı.

Yerel Komünist partilere, işçi sınıfının her türlü bağımsız inisiyatifini bastırma talimatı verilmişti. Sovyetler Birliği’nde sürgünde bulunan Komünist parti üyeleri bu iş için sistematik biçimde eğitildiler. Wolfgang Leonhard, Devrimin Çocuğu adlı kitabında bunu parlak bir biçimde anlatır.

Leonhard, yirmili yaşlarındayken Ulbricht grubunun üyesiydi ve Sovyetler Birliği’nden Doğu Almanya’ya gönderilen ilk Stalinist kadrolar arasında yer alıyordu. Komünist Parti’nin iki üyesinin çocuğu olarak, Sovyetler Birliği’nde sürgünde büyümüştü. Kitabında, gelecekte Almanya’da yapacağı çalışmalarla ilgili olarak özel bir okulda nasıl eğitildiklerini anlatır:

“Siyasi görevimiz Almanya’da sosyalizmin kurulmasını sağlamak ya da sosyalist gelişmeyi teşvik etmek değildi. Tam aksine, bu, tehlikeli bir eğilim olarak kınanmalı ve reddedilmeli idi… Dolayısıyla, politikamız, bugünkü mevcut koşullarda, salt demagoji olmaktan öteye gitmeyen her türden sosyalist sloganı reddetmekti…”

“Bu kursta bize gelecekte soldan yapılabilecek eleştirilere nasıl cevap vereceğimiz konusunda çok detaylı talimatlar veriliyor olması ilginç bir noktaydı. Bize, farklı ülkelerde, özellikle işçi sınıfının, bu türden eğilimlere yatkınlık gösterebileceğini kanıtlamış olduğu söylendi. Örneğin Bulgaristan’da, üstesinden ancak Dimitrov’un doğrudan müdahalesiyle gelinebilen, çok ileri gitmiş ‘sol sapmalar’ görülmüştü. Bize, Almanya’da da ‘şimdi sosyalizmi uygulamaya başlamanın zamanı olduğunu’ söyleyen bu türden eğilimlerle ve düşüncelerle karşılaşmamızın kuvvetle muhtemel olduğu söylendi.” (Devrimin Çocuğu, Gateway Edition, s. 352).

Daha ileride Leonhard, Almanya’ya gittikten sonra, bütün ülkeye kendiliğinden ve hızla yayılmış olan Anti-Faşist Komitelerin sistematik bir biçimde ortadan kaldırılmasına nasıl katıldığını anlatır. Birçok durumda, bu komitelerin başını Komünist ya da Sosyal Demokrat işçiler çekiyordu ve bunlar devlet yönetimini kendi ellerine almışlardı. Leonhard ve meslektaşları tarafından gönüllü olarak feshedilmeye ikna edilemeyen Komiteler, Sovyet Ordusu ve işgal kuvvetleri tarafından zor kullanılarak yok edildi. Leonhard, Batı’ya geçtikten sonra yazdığı kitabında şu açıklamayı yapar:

“O zamanlar Anti-Faşist Komitelerin kendiliğinden oluşumuna karşı verilen talimatların önemini, Stalinizmden kopuncaya kadar gerçekten anlamamıştım… Dolayısıyla, Anti-Faşist Komitelerin feshedilmesi, güçlü bir bağımsız anti-faşist ve sosyalist harekete dönüşebilecek olan bir dinamiğin, ilk uç verdiği anda önünün kesilmesinden başka bir şey değildi. Bu, Almanya’da aygıtın, anti-faşist, sol yönelimli kesimin bağımsız kıpırdanışları karşısında elde ettiği ilk zaferdi.” (Age., s. 410)

Anti-Faşist Komitelerin yerine, işçilerin hiçbir söz hakkının bulunmadığı ve burjuva siyasetçilerin aşırı bir biçimde temsil edildiği yönetici organlar kondu. Evlerinde saklanmakta olan sağcı siyasetçiler üst düzey görevlere yerleştirildiler. Berlinli bir burjuva siyasetçisi, anılarında, bir Kızıl Ordu birimi kapısını çaldığında dizlerinin bağının nasıl çözüldüğünü anlatır. Fakat sandığı gibi hapse atılmak yerine, belediye başkanlığı binasına götürülür ve belediye başkanı olarak atanır.

Savaş sonrası Almanya’sında, Komünist Parti’nin programından aktaracak olursak, “özel mülkiyet temelinde, özel girişim inisiyatifinin hiçbir sınırlamaya tabi olmadan gelişimi” için çağrı yapan tek partinin, Komünist Parti olması dikkat çekicidir. Helmut Kohl’ün partisi Hristiyan Demokratlar bile kamuoyunun genel ruh halini göz önünde bulundurmuş ve savaş sonrasındaki ilk programlarında Almanya’da kapitalizmin başarısızlığa uğradığını ilan etmişlerdi.

Soğuk Savaş’ın etkileri

Savaş sonrasındaki ilk üç yılda Sovyet işgal bölgesinde çok az sayıda ulusallaştırma yapıldı. Bunun tek istisnası, Alman ordusunun ve gericiliğinin omurgasını oluşturan feodal toprak sahibi Junkerlerin sahip oldukları topraklar ve savaş suçlularının mallarıydı. Buna ek olarak çok sayıda fabrika söküldü ve savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliği’ne götürüldü. Bu uygulama fabrikaların birçoğunun, şimdi artık işlerini kaybetmekte olan işçiler tarafından yeniden inşa edilmesini gerektirdiğinden, Sovyet işgal yetkilileri ile yaşanan sürekli bir sürtüşmenin kaynağı haline geldi.

Soğuk Savaş’ın başlaması Doğu Avrupa’ya yönelik Stalinist politikada değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. Soğuk Savaş’ın kendisi, emperyalizmin, Stalinist partilerin verdiği destek sayesinde erişmiş olduğu siyasi istikrarın bir sonucuydu. Batılı hükümetler, ani bir devrim tehdidinden korkmamaya başladıkları ölçüde, Sovyetler Birliği üzerindeki ekonomik, siyasi ve askeri baskıyı artırmaya başladılar. 1947 yılında, Marshall Planı temelinde, Batı Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden inşasına başlandı. Bir yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri ile Batı Avrupa arasındaki askeri ittifak olan NATO kuruldu. Ve 1950’de Kore Savaşı’nın başlaması ile birlikte, Soğuk Savaş ilk zirve noktasına ulaştı.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, Stalinizmin Doğu Avrupa üzerindeki denetimi iki cepheden tehdit edilmeye başlanmıştı. Bir yandan işçi sınıfı Stalinizme karşı gittikçe daha fazla düşmanca bir tavır alıyordu. İşçi sınıfı, sanayinin sökülüp götürülmesinden, ardı ardına gelen ödemelerden ve artan yalıtılmışlıktan kaynaklanan ekonomik altüst oluşun bedelini ödemeye zorlanıyordu. İşçiler, yaşam standartlarında herhangi bir artış olmadan, sürekli olarak üretkenliklerini ve performanslarını arttırmaya zorlanıyordu. Aynı zamanda, bürokrasinin işçi sınıfına karşı bir ağırlık oluşturmak üzere beslediği burjuva unsurlar yüzlerini Batıya dönmeye başlamış ve bu şekilde Sovyet denetimini tehlikeye sokmuştu.

1948 yılında Moskova ile Yugoslavya arasında, Doğu Avrupa üzerindeki Stalinist denetimin altını biraz daha oyan açık bir anlaşmazlık patlak verdi. Yugoslavya Komünist Partisi iktidara güçlü bir partizan hareketinin başını çekerek gelmişti ve Moskova’ya diğer Doğu Avrupa partilerine kıyasla daha az bağımlıydı. Yugoslavya Komünist Partisi’nin önderi Tito, Stalin’in emirlerini kabul etmeye daha fazla razı değildi. Tito, sosyalizme giden alternatif bir yol konusunda umutların doğmasına yol açtı ancak kısa bir süre sonra emperyalizmle kendi uzlaşmasını sağlamaya, emperyalist blok ile Sovyet bloku arasında bir manevra politikası uygulamaya karar verdi.

Bir yandan işçi sınıfı, diğer yandan burjuvazi tarafından tehdit edilen Stalinist bürokrasi, programını değiştirmeye zorlandı. Ulusal burjuvazi ile bir arada var olmak artık daha fazla mümkün değildi. Burjuva siyasetçiler ve partiler hükümetlerden tasfiye edildi ve burjuva mülkiyeti büyük ölçüde kamulaştırıldı. Almanya’da bu gelişmeler özellikle keskin bir biçim aldı, çünkü bu ülkenin siyasi statüsü konusunda henüz nihai bir karar alınmamıştı.

Stalin, 1948’de, hâlâ siyasi olarak tarafsız ve Sovyetler Birliği’nin üzerinde belirli bir etkiye sahip olabildiği, birleşik bir Alman devleti yaratmayı umuyordu. Stalin, bu seçenekten 1952 yılına kadar tam olarak vazgeçmedi. Bu tür bir perspektifle, Sovyet işgal bölgesinde Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile Komünist Parti (KPD), Almanya Birleşik Sosyalist Partisi (SED) çatısı altında birleştirildiler. Burjuva partileri de aynı amaca hizmet etmek üzere SED ile bir blok oluşturdular.

Ancak SPD Batı’daki bölgelerde KPD ile birleşmeyi reddetti ve Almanya’nın Batı bloku ile bütünleşmesi için hummalı bir şekilde çalıştı. CDU da aynı politikayı uyguladı ve Amerikan ve Britanya hükümetlerinden destek gördü. 1948 Haziran’ında, Berlin’in Batı kesimi de dahil olmak üzere, Batı bölgelerinde yeni bir para birimi, öncesinde Sovyet hükümetiyle herhangi bir anlaşmaya varılmadan, tedavüle sokuldu. Halen eski para biriminin tedavülde olduğu Doğu Alman ekonomisi çökme tehdidiyle karşı karşıya kaldı.

Stalinistler, bu politika yaşam standartlarında daha fazla düşüşe yol açacağından para reformuna bir günlük genel grevle tepki göstermiş olan Batı bölgelerindeki işçilere çağrı yapabilirlerdi. Bunun yerine, bütün insan ve yük trafiğini durdurarak Batı Berlin’i ablukaya almayı kararlaştırdılar. Sıkıntıyı çeken Batı Berlin işçileri oldu. Amerikan hükümeti bu fırsatı bir hava köprüsü kurmak ve kendisine Batı Berlin halkının kurtarıcısı süsü vermek için kullandı.

Şimdi Almanya’nın bölünmesi tasdik edilmiş oluyordu. 1949 Mayıs’ında Amerikan, Britanya ve Fransız bölgelerinde Almanya Federal Cumhuriyeti kuruldu. Beş ay sonra, Sovyet bölgesinde Alman Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Doğu Almanya’da burjuva mülkiyeti hızla ortadan kaldırıldı. 1948’de Sovyet bölgesindeki bütün bankalar ulusallaştırıldı. 1951’de Doğu Alman parlamentosu birinci beş yıllık planı kabul etti ve 1952’de yapılan bir parti konferansı “DDR’de sosyalizmin temellerinin sistemli bir biçimde kurulması gerektiğini” ilan etti.

Ulusallaştırmalar işçiler tarafından memnuniyetle karşılanıyordu. Bu memnuniyet kendisini 1946’da Saksonya’da savaş suçlularının ve Nazi taraftarlarının sahip oldukları büyük fabrikaların kamulaştırılması ile ilgili oylamada göstermişti – lehte oy kullananların oranı yüzde 78’di. Bununla birlikte, ulusallaştırmalara işçi sınıfına karşı yöneltilmiş daha ağır bir baskı dalgası eşlik ediyordu.

Stalinist SED, resmi olarak “Bolşevik tipte Leninist parti” ilan edildi ve parti içinde defalarca tasfiyeler yapıldı. Tasfiyelerin ilk kurbanları eski SPD üyeleri oldu. Bundan sonra sıra, 1933 öncesinde KPD dışında olan ve KPD’ye 1945’te yeniden katılmış olan komünist grupların üyelerine geldi. Nihayet, savaş öncesinde KPD ve SPD içinde aktif olanların birçoğu ihraç edildi ve yerlerine savaş sonrasında Stalinist okullarda eğitilmiş, genç, deneyimsiz üyeler yerleştirildi.

1949’da yapılan parti seçimlerinde daha önceki parti görevlilerinin sadece dörtte biri yeniden seçilebildi. Yeni görevlilerin üçte ikisi, 1945 öncesinde SPD’de ya da KPD’de siyasi olarak aktif değildi. Ortama, göz korkutma ve “Sosyal Demokrat”, “Troçkist” ve “Titocu” ajanlık suçlamaları hakimdi. Stalin kültü yeni doruklara ulaşıyordu.

Burjuva partileri resmi olarak yok edilmemişti. Bunun yerine bürokrasinin yardımcı enstrümanlarına dönüştürülmüş ve sadık Stalinistlerin denetimi altına sokulmuşlardı. Hatta iki tane yeni sağcı parti kuruldu. Bunların görevi daha önce siyasi faaliyet göstermeleri yasaklanmış eski sağcıları ve hatta faşistleri DDR rejimine payandalık yapmak üzere örgütlemekti.

Bu olayların önemi neydi?

Sovyetler Birliği’nde bürokrasinin nasıl ortaya çıktığını gayet iyi biliyoruz. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim’de bürokrasinin kökenlerini detaylı olarak açıklar. Bürokrasi, devlet yönetimine geri dönmüş olan eski ayrıcalıklı katmanlardan, yönetici partinin ona uyarlanan kesimlerinden vb. gelmişti. Ancak Almanya’da eski yönetim çökmüştü. SPD ve KPD siyasi olarak yozlaşmışlardı, ancak uyumlu bir toplumsal katman oluşturmuş değillerdi ve bu partilerin işçi sınıfı ile hâlâ bağları vardı. Ülke çapında iktidara sahip olabilmesi için önce yeni bir egemen katmanın, bir bürokrasinin yaratılması gerekiyordu. DDR’nin kuruluşuna giden yıllarda yaşananlar tam olarak buydu.

Tasfiye ve baskı dalgası elbette ki SED’in safları ile sınırlı değildi. Binlerce aktif işçi ve eleştirel unsur tutuklandı ve yıllarca demir parmaklıkların ardında tutuldu.

1948 yılında tutuklananlar arasında, uzun yıllar boyunca Alman Troçkist hareketinin önderliğini yapmış olan Oskar Hippe de vardı. Hippe, Naziler tarafından hapsedilmiş ve Almanya’daki Nazi rejiminin elinden sağ olarak kurtulabilmişti. Savaş sonrasında Troçkist hareketi toplam 50 üye ile Berlin’de yeniden örgütledi. Hippe, 1948 Eylül’ünde, Doğu Berlin’de bir sendika toplantısında konuşma yaptı. Almanya için sosyalist bir perspektife hâlâ karşı çıkmakta olan Stalinistlerin izlediği hattı eleştirdi ve sosyalizm lehine konuştu. Ertesi gün tutuklandı. Sekiz yıl boyunca –Nazi rejimindekinden çok daha uzun bir süreyle– hapishanede kaldı.

Doğu Avrupa devletlerinin sınıf karakteri

Doğu Avrupa’da yaşanan siyasi değişimler önemli siyasi soruları gündeme getirdi. Stalinist bürokrasi tarafından uygulanan geniş kapsamlı ulusallaştırmaların ardından burjuva sınıfından geriye pek bir şey kalmamıştı. Doğu Avrupa devletleri hâlâ burjuva devletler olarak tanımlanabilir miydi ya da bunlar işçi devletleri miydi?

Bu sorular Dördüncü Enternasyonal’in içinde yoğun bir tartışma başlattı. Bu tartışma, nihayet 1953 yılında, Michel Pablo ve Ernest Mandel’in başını çektiği bir oportünist kanat ile Uluslararası Komite tarafından temsil edilen Marksist kanat arasında bir bölünmenin yaşanmasıyla sonuçlandı.

Dördüncü Enternasyonal’in içinde, 1948’den itibaren, Doğu Avrupa devletlerinin işçi devletleri olarak tanımlanması gerektiği yolunda düşünceler öne sürülmeye başlanmıştı. Bu tür bir tanımlamanın lehinde öne sürülen gerekçeler deneyimci bir doğaya sahipti. Gerçekler ya da gerçek olduğu kabul edilen şeyler sıralanıyor ancak verili görüngülerin tarihsel kökenlerine ve bir bütün olarak uluslararası bağlama hiçbir rol oynama hakkı tanınmıyordu. Doğu Avrupa devletleri Sovyetler Birliği’ne çok benziyorlardı –bu inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçekti. Dördüncü Enternasyonal, Sovyetler Birliği’nin yozlaşmış olsa da bir işçi devleti olduğu konusunda her zaman için ısrarcı olmuştu. Dolayısıyla bu devletler de birer işçi devletiydiler.

Dördüncü Enternasyonal’in çoğunluğu bu türden kolaycı bir kıyaslamayı reddetti. İki temel itiraz yapıldı. Bunlardan ilki, ulusallaştırmaların kendi başına bir işçi devletini tanımlamaya yeterli olmayacağıydı. Temel sorun ulusallaştırmaların nasıl yapıldığı ve onları yapanın kim olduğuydu.

1949 Ağustos’unda yapılan bir tartışmada Amerikan Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) önderi James P. Cannon şunları söyledi: “Ben, bir devletin sınıf karakterinin yukarıdan manipülasyonla değiştirilebileceğini düşünmüyorum. Bu, yalnızca mülkiyet ilişkilerinde köklü [bir] değişikliğin izlediği devrim ile gerçekleşebilir. Benim devletin sınıf karakterinin değişmesinden anladığım şey budur. Sovyetler Birliği’nde olan budur. İşçiler önce iktidarı ele geçirdiler ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürmeye başladılar... Ben, tampon ülkelerde bir toplumsal devrim olduğunu ve Stalinizmin bir devrim gerçekleştirdiğini düşünmüyorum.”

Cannon sadece yeni bir tanım yapılmadığını, fakat yeni bir perspektifin söz konusu olduğunu belirtti: “Eğer bir devletin sınıf karakterinin yönetici çevrelerdeki manipülasyonlar eliyle değiştirilebileceği düşüncesiyle bir kez oynamaya başlarsanız, temel teorinin her türlü revizyonuna kapı açarsınız.” (aktaran David North, Savunduğumuz Miras, s. 177-178).

Benzer iddialar, bir ay sonra, o sıralarda Marksist bir tutum alan Ernest Mandel tarafından formüle edildi. Mandel şöyle yazıyordu: “Biz, üretim araçlarının yalnızca proleter devrimin ürünü olan ulusallaştırılmasının bir işçi devletinin varlığının ölçütü olduğunu söyledik. Eğer Ekim Devrimi eliyle gerçekleşmiş ekonomik dönüşümler bütünsellikleri içinde değerlendirilirse, ‘üretim biçimi’, ‘üretim ilişkileri’ ve ‘mülkiyet ilişkileri’ gibi formüller, SSCB için, sırasıyla, ekonomik, toplumsal ve yasal alanlarda proleter devrimin varlığını ifade eden üç eşdeğer formül olarak değerlendirilebilir. Ama buradan, hiçbir şekilde herhangi bir ulusallaştırılmış mülkiyetin kapitalist olmayan bir üretim biçimiyle, dolayısıyla üretim ilişkilerinde bir devrimle özdeşleştirileceği sonucu çıkmaz. Böylesi bir kavrayış, gerçekte ‘ekonomist’, yani Marksizmden ciddi bir olgusal sapma olacaktır.” (Age., s. 186)

1950’nin başlarında, SWP’nin bir başka önde gelen üyesi, Morris Stein, tartışmanın en önemli sonucunu özetlemişti: “Kısacası, toplumsal devrimdeki en önemli unsur, öncü partisinin politikasında ifade edilmiş haliyle işçi sınıfının bilinci ve öz eylemidir.”

Doğu Avrupa devletlerinin, aceleci bir biçimde işçi devletleri olarak tanımlanmasına karşı yöneltilen ikinci itiraz, bu gelişmelerin kendi uluslararası bağlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Komitesi, Nisan 1949’da aldığı bir kararda şu vurguyu yapıyordu: “Stalinizmin bir değerlendirmesi, onun politikalarının yerel sonuçlarından hareketle değil ama dünya ölçeğindeki faaliyetinin bütünlüğünden yola çıkarak yapılmalıdır.” Karar, Stalinizmin “kapitalizmin Avrupa’da ve Asya’da aniden ve eş zamanlı bir çöküşünü önlemede dünya ölçeğinde belirleyici etmen” olduğuna işaret ediyordu.

Karar şu şekilde devam ediyordu: “Bu anlamda, bürokrasinin tampon bölgede elde ettiği ‘başarılar’, en fazlasından emperyalizmin dünya çapındaki hizmet karşılığında ona ödediği bedeli oluşturmaktadır (dahası, bir sonraki aşamada sürekli sorgulanacak olan bir bedel).”

Bunun ardından söylenenler ise daha da önemlidir: “Dünya bakış açısından hareketle, Sovyet bürokrasisi tarafından tampon bölgenin SSCB’ye özümsenmesi anlamında gerçekleştirilen reformların önemi, Sovyet bürokrasisinin bütün politikalarıyla moralini bozduğu, kafasını karıştırdığı ve felç ettiği … dünya proletaryasının bilincine özellikle tampon bölgedeki eylemleri yoluyla indirdiği darbelerle karşılaştırılamayacak kadar azdır.” (Age., s. 171)

DDR’nin yıkılmasından 40 yıl önce yazılmış olan bu satırlar, onun çöküşünü anlayabilmek açısından kritik bir öneme sahiptir. Pek çok Marksist öngörü için söz konusu olduğu gibi, bu öngörünün de gerçekleşmesi, onu kaleme alanların düşündüğünden daha uzun bir zaman aldı. Ancak Doğu Avrupa’da uygulamaya konulduğu iddia edilen “sosyalist” önlemlerle kıyaslandığında, Stalinizmin eylemleri ile dünya proletaryasının bilincinde yarattığı tahribat –uzun vadede– çok daha ağır basmıştır.

En nihayetinde, Dördüncü Enternasyonal, Doğu Avrupa’da kurulan devletleri tanımlamak üzere “deforme işçi devletleri” kavramını kullandı. Ancak bunu yaparken “deforme” sıfatına vurgu yaptı. Bu şekilde, bu devletlerin kökenlerinin çarpık ve anormal karakterine işaret etmiş oldu. Bu tanım, bu devletlerin, egemen bürokrasi devrimci bir işçi hareketi tarafından alaşağı edilip işçi iktidarının gerçek organları kurulmadığı sürece, kendi ayakları üzerinde duramayacaklarını anlatıyordu.

Kısa bir süre içinde, tartışmanın ilk başlarında Doğu Avrupa’daki rejimlerin bir işçi devleti olarak tanımlanması gerektiği konusunda ısrar edenlerin aslında farklı bir perspektif geliştirmekte oldukları görüldü. Eylül 1949’da Michel Pablo, şu öngörüde bulunduğu bir makale yayımladı: “yüzyıllara yayılabilecek tüm bir tarihsel kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde, devrimin öğretmenlerimizin öngörmüş olduğundan çok daha dolambaçlı ve karmaşık bir gelişmesiyle ve normal değil ama ister istemez oldukça deforme işçi devletleriyle karşılaşacağımız da gerçektir.” (Age., s. 179-180)

Burada, Doğu Avrupa’da kurulan rejimler, artık, varlığını sürdüremeyecek bir tarihsel deformasyon (bozulma) olarak değil, fakat sosyalizme giden yolda geçiş sağlayan ve hatta gerekli olan bir aşama olarak sunulmaktadır. Bu noktada Stalinizme ilerici bir rol atfedilmesine fazla bir mesafe kalmamıştı. Aslında Pablo’nun ulaştığı sonuç da buydu. Ona göre Doğu Avrupa’da yaşananlar, Stalinizmin nesnel gelişmelerin baskısı altında kendisini reforme edebileceğini göstermişti. Dördüncü Enternasyonal’in bağımsız partilerini inşa etmeye artık gerek yoktu. Bunun yerine Dördüncü Enternasyonal’in kadroları –onun tanımladığı şekliyle– “gerçek kitle hareketi”nin içine girmeli ve Stalinist ve diğer bürokratik güçleri etkilemeliydi.

Pablo, Dördüncü Enternasyonal’in şubelerini Stalinist partilerin içinde tasfiye etti ve sekreter olarak konumunu kötüye kullanarak, bu gidişe karşı çıkan herkese bürokratça tavır aldı. Bu durum, James P. Cannon’ın “Açık Mektup”unun –Uluslararası Komite’nin kurucu belgesinin– yayınlanmasına yol açtı.

Doğu Almanya’da ayaklanma

Dördüncü Enternasyonal içindeki tartışma ilerlerken, Doğu Avrupa’da yaşanan olaylar Uluslararası Komite’nin haklılığını kanıtladı.

Dördüncü Enternasyonal’de yaşanan bölünmeden kısa bir süre önce, Doğu Almanya’da işçi sınıfı ile Stalinist bürokrasi arasındaki çatışma en yüksek noktasına ulaştı. 16 Haziran 1953’te –Stalin bu tarihten üç ay önce ölmüştü– Doğu Berlin’deki inşaat işçilerinin bir kesimi, sürekli olarak artırılmakta olan iş yüküne karşı, kendiliğinden gelişen bir gösteri düzenlediler. Kısa bir süre içinde 10.000 işçi daha bu protestolara katıldı. Ertesi gün, bütün Doğu Almanya’da, yüz binlerce işçi greve gitti. İşçiler, sadece eski çalışma koşullarına geri dönmeyi değil, fakat aynı zamanda hükümetin istifasını ve serbest seçimlerin yapılmasını da talep ediyorlardı. Halle, Merseburg ve Magdeburg’da grev komiteleri şehirlerin denetimini geçici olarak ele geçirdi ve siyasi mahkûmları serbest bıraktı.

Stalinist egemenler ve Sovyet işgal güçleri isyanı kaba kuvvet kullanarak bastırdılar. Savunmasız işçilere karşı tanklar gönderildi. Yüzden fazla kişi öldürüldü. Yüzlerce işçi tutuklandı ve yıllarca hapiste kaldı. Greve önderlik eden altı kişi ölüme mahkûm edildi.

Doğu Almanya’da meydana gelen kanlı olaylar, işçi sınıfının yaratacağı basınçla Stalinist bürokrasinin kendini reforme edeceğine ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlayacağına dair Pablocu iddiayı açıkça çürütmüştü. Oportünist çizgilerini savunurken “gerçekler” konusunda ısrarcı olan oportünistler, oportünist yönelişlerine ters düştüğünde gerçeklere karşı tamamen duyarsız kalırlar. Bununla birlikte, oportünizm bir siyasi yanlış anlama değildir, aksine sınıflı toplumda derin nesnel kökleri vardır.

Uluslararası Komite, Doğu Almanya’daki ayaklanmayı “Sovyetler Birliği’nde iktidarı gasp edip sağlamlaştırmasından bu yana Stalinizme karşı [gerçekleşen] ilk proleter kitlesel ayaklanma” olarak değerlendirirken, Pablo bütün bu kanlı olayları göz ardı etti. Pablo, bunun yerine, ayaklanmanın ardından korkuya kapılan bürokrasinin işçilere kimi ekonomik ödünler verdiğini vurguladı. Bu ekonomik ödünleri, kendi teorisinin doğruluğunu gösteren yeni bir kanıt olarak sundu.

Pablo şunları yazıyordu: “Sovyet önderleri ile çeşitli ‘Halk Demokrasileri’ ve Komünist Partiler, bu olayların derin anlamını artık çarpıtamaz ya da yok sayamazlar. Onlar, kitlelerin desteğinden sonsuza kadar mahrum kalma ve daha güçlü patlamaları kışkırtma riskinden kaçınmak için, çok daha kapsamlı ve gerçek ödünler üzerinden devam etmek zorunda kalmışlardır. Onlar, bundan böyle yarı yolda duramayacaklar. Yakın gelecekte daha ciddi patlamaları önlemek için ödünler vermek ve eğer mümkünse, ‘soğukkanlı bir biçimde’ mevcut durumdan kitleler için daha kabullenilebilir bir duruma geçişi gerçekleştirmek zorunda olacaklar.” (Age., s. 255)

Bu sözler, bütünüyle, karşıdevrimci Stalinizm için özürler bulmaya yönelikti. Üç yıl sonra, daha önce Doğu Almanya’da yaşanmış olanlar, bu kez Macaristan’da, çok daha geniş bir ölçekte tekrarlandı. Ancak Pablocular, Stalinizmin içindeki solcu eğilimler hakkında spekülasyonlar yapmaya devam ettiler. Pablocular, bizzat Stalinizmin bir payandası haline geldiler ve işçi sınıfının devrimci bir perspektiften uzak tutulmasında kritik bir rol oynadılar.

Altmışlarda DDR

Doğu Almanya’da egemen bürokrasi, 1953 ayaklanmasından sonra kimi ekonomik ödünler verdi ancak bunlar uzun ömürlü olmadı. Bu ödünleri, bürokrasinin, “sosyalizmin inşası” yolunda atılacak başka adımlarla ilgili yeni çağrılar izledi. Her zaman olduğu gibi, bu çağrılar, sömürünün ve baskının yoğunlaşacağının bir işaretiydi.

1957 yılında, sadece yurtdışına yapılan gezilere değil, fakat aynı zamanda DDR içinde seyahat etmeyi de sıkı denetim altına alan bir pasaport yasası uygulamaya kondu. SED’in 1958’de yapılan Beşinci Kongresi, “sosyalizmin 1965 yılında tamamlanacağını” ilan etti ve Doğu Alman sendikalarının tarihindeki en büyük tasfiye hareketi başlatıldı. Bütün sendikalarda yöneticilerin üçte ikisinden fazlasının yerine, en sadık Stalinist bürokratlar getirildi.

Ancak bürokrasinin işçi sınıfı üzerinde uygulayabileceği baskının bir sınırı vardı. İşçiler her an “ekonomik mucizenin” cazip işler yarattığı Batı Almanya’ya gidebilirlerdi. 1959’da, 145.000 kişi DDR’yi terk etti; 1960’da bu sayı 200.000 olmuştu ve 1961’de 300.000 kişinin ülkeyi terk etmesi bekleniyordu. Gidenler özelikle genç kuşaktan –gidenlerin yarısı 25 yaşın altındaydı– ve çalışmaya en uygun durumda olanlardı. Ekonomi, en üretken işçilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

1961’de Berlin Duvarı’nın inşa edilmesinin nedeni buydu. DDR’yi terk etmek, bir gece içinde olanaksız hale geldi. Bunu deneyecek olanlar için vurulma tehlikesi söz konusuydu. SED, duvarın “faşizme karşı koruyucu bir engel” olduğunu iddia ediyordu ancak herkes onun orada, faşistlerin içeriye girmesini değil, DDR yurttaşlarının dışarıya çıkmasını engellemek için durduğunu biliyordu.

Bürokrasi, duvarın sağladığı korumayla, egemenliğini belli bir ölçüde sağlamlaştırmayı başardı. Üretim araçlarının ulusallaştırılması temelinde ve dünya ekonomisindeki genel büyümenin yardımıyla, önemli bir ekonomik gelişme sağlandı. 1950 ile 1974 yılları arasında sanayi üretimi yedi kat arttı. 1969 yılında DDR, 17 milyonluk nüfusuyla, Alman Reich’ının 1936’da 60 milyon nüfusla ürettiğinden daha fazla sanayi malı üretiyordu.

Bürokrasi şimdi işçi sınıfına hatırı sayılır toplumsal ödünler verebilecek araçlara sahipti. Eğitim, çocuk bakımı, konut, sağlık, sosyal güvenlik ve kültür alanında kapitalist ülkelerin birçoğunun ötesine geçtiler. Ancak ulusallaştırılmış üretim araçları veya toplumsal kazanımlar, DDR’yi, SED’in iddia ettiği gibi sosyalist bir toplum yapmıyordu.

Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim’de açıkladığı gibi: “…bir Marksist için bu soru, emeğin ulaşmış olduğu üretkenlik düzeyine bakılmaksızın, salt mülkiyet biçimleri göz önünde bulundurularak cevaplandırılamaz. Marx, komünizmin en alt aşaması (yani sosyalizm) derken, ekonomik gelişimi ile daha en başından itibaren en gelişmiş kapitalizmi geride bırakmış bir toplumu kastediyordu. … Dünya ölçeğinde ele alındığında komünizm, daha ilk başlangıç aşamasında bile, burjuva toplumunun sahip olduğundan daha yüksek bir gelişmişlik düzeyine ulaşmak anlamına gelir.”

DDR için bu kesinlikle söz konusu değildi. DDR’de emek üretkenliği, sağlanmış olan hatırı sayılır gelişmeye karşın, gelişmiş kapitalist ülkelerin çoğunun fersah fersah gerisinde kalıyordu. Daha yüksek bir emek üretkenliğine ancak uluslararası işbölümü temelinde ulaşılabilir. Ancak DDR “tek ülkede sosyalizm” doktrinine dayanıyordu ve dünya pazarının kaynaklarına sınırlı bir erişimi vardı. Doğu Avrupa ekonomileri, Stalinist rejimler tarafından, kendi aralarında bile gerçek anlamda bütünleştirilmediler. Stalinist ülkelerin kendi içlerindeki ekonomik ilişkilerde olduğu gibi, kendi aralarındaki ekonomik ilişkiler de bürokratik yozlaşma ve beceriksizlikle sakatlanmıştı.

Ne de verilmiş olan toplumsal ödünler, bu ülkede sosyalizmin var olduğunu gösteriyordu. Bu ödünlerin amacı işçi sınıfının ve bir bütün olarak toplumun genel kültürel düzeyini yükseltmek değildi. Bunlar daha çok işçi sınıfını yatıştırmanın ve toplumun bütün yönleri üzerinden gözünü bir an olsun ayırmayan bürokrasinin egemenliğini güvence altına almanın araçlarıydı.

17 milyonluk bir ülkede bürokrasi, yurttaşlarının yaşamının her açısını izlemesi için 200.000 tam ve yarı zamanlı gizli ajan besliyordu. Stasi –ya da halk arasındaki takma adıyla “ulusallaştırılmış dinleme ve yakalama şirketi”– onları tutuklamak istediğinde arama yaparken köpekleri kullanabilmek için, şüpheli unsurlardan koku örnekleri bile topluyordu. Örnekler plastik torbalar içinde, dikkatle saklanıyordu. Diğer pek çok alanda olduğu gibi, Stasi’de de etkinlik ve canavarlık, beceriksizlikle iç içe geçiyordu.

Bürokrasi sadece siyasi muhalefetten değil; bağımsız ya da özgün her tür düşünceden korkuyordu. Özellikle sanatçılar, birçoğu bütünüyle apolitik olmalarına karşın, dikkatle izleniyorlardı.

Batıya yakınlaşma

1960’ların sonlarında Batı dünyasını sarsan militan işçi sınıfı ve öğrenci mücadeleleri Doğu Avrupa’ya da yayıldı. 1968 yılı, DDR’ninki de dahil olmak üzere, beş Varşova paktı devletinin orduları tarafından bastırılan Prag Baharı’na tanıklık etti. 1970’te Polonya bir grev dalgası ile sarsıldı. Gdansk tersanesi işçilerine karşı tanklar kullanıldı ve onlarca işçi öldürüldü. DDR’de de huzursuzluk belirtileri görülüyordu.

1971’de, Ulbricht, SED’in önderliğinden uzaklaştırıldı ve yerine en yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Erich Honecker getirildi. Honecker, sistematik siyasi baskı politikasını işçi sınıfına verilen büyük maddi ödünlerle birleştirdi. Honecker bunu batıyla olan ekonomik ilişkilerini arttırarak yapabildi.

Willy Brandt, 1969 yılında, savaştan beri Batı Almanya’daki ilk sosyal demokrat hükümeti kurdu. Brandt, kendi Doğu politikasını –Ostpolitik– uygulamaya koydu ve 1970 yılında Polonya’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. 1972’de, Doğu ve Batı Almanya arasındaki siyasi ilişkileri normalleştiren bir anlaşma imzalandı. Bu politika Alman burjuvazisinin ve Stalinist bürokrasinin karşılıklı olarak yararınaydı. Burjuvazi için Doğu’ya doğru ekonomik genişleme, 1970’lerin ilk yarısında ekonomiyi etkisi altına alan krizin etkilerini bertaraf etmek açısından kritik öneme sahipti. Stalinist rejimler için Batı’nın desteği, işçi sınıfının meydan okuyuşuyla başa çıkabilmek açısından belirleyiciydi.

Sonuç olarak, iki Alman devleti arasındaki ticaret katlanarak büyüdü. Geçen on yılın sonunda, Doğu Almanya dış ticaretinin yüzde 30’unu Batı ile yapar hale gelmişti. DDR, Batı Alman hükümetinden teknik yardım ve büyük tutarda borç aldı, transit geçişler karşılığında ve siyasi mahkûmların özgürlüğünü satarak milyonlarca mark nakit elde etti. İki hükümetin üyeleri arasında yakın kişisel ilişkiler kuruldu ve düzenli istişarelerde bulunuldu. Doğu Almanya’da yaşam standartları bu temel üzerinde hızla yükselmeye başladı. 1970’ler boyunca gelirler üçte bir oranında arttı, tasarruflar ikiye katlandı ve perakende ticaret yüzde 56 oranında arttı. Tüm hanehalklarının yüzde 40’ının bir otomobili vardı, yüzde 84’ü çamaşır makinesi ve yüzde 88’i televizyon sahibiydi.

Fakat Honecker’in “tek ülkede sosyalizm”in başarısının kanıtı olarak övdüğü şey, aslında tam tersi yönde bir gelişmeye işaret ediyordu. DDR, dünya ekonomisinin kaynaklarını ne kadar fazla kullanırsa, onun ticaret döngülerine ve krizlerine o kadar bağımlı hale geliyordu. Dünya ekonomisinde 1980’lerde yaşanan değişimler DDR’nin altını tamamen oydu ve en sonunda da çöküşüne yol açtı.

Bilgisayar teknolojisinin üretimin her alanında kullanılmasının sonucunda emek üretkenliğinde yaşanan artışa ayak uyduramayan DDR, uluslararası rekabette oldukça geriye düştü. Dünya mühendislik ürünleri ihracatında 1973’te yüzde 3,9 olan pazar payı, 1986’da yüzde 0,9’a geriledi. Alınan kredileri ve ithal edilen malları, artan ihracatla finanse edebilme olanağı ortadan kalkmıştı.

Dünya ekonomisindeki değişimler, diğer Doğu Avrupa ülkeleri ve Sovyetler Birliği üzerinde de benzer etkiler yarattı. Bu ülkelerin en önemli ihracat kaynağı olan hammaddelerin fiyatı düştü. Ucuz sanayi ürünleri sağlayıcısı olarak, en modern teknolojiyi en ucuz emekle bir araya getiren Doğu Asya kaplanlarının meydan okuyuşu ile karşı karşıya kaldılar. İhracatı arttırma umudu ile alınan devasa borçlar, işçi sınıfının sömürüsünü arttırarak ödenmek zorunda kaldı.

Bu durumun siyasi etkileri ilk olarak Polonya’da görüldü. 1980 ve 1981’de bütün Stalinist rejimleri korkutan kitlesel Solidarnosc hareketi patlak verdi.

Moskova’daki egemen tabaka, benzer bir hareketin Sovyetler Birliği’nde de gelişebileceğinden ve kendilerini de önüne katıp götüreceğinden korktu. Epey tereddüt geçirdikten sonra, işçi devletinin, altmış yıl boyunca sömürmüş oldukları mülkiyet ilişkilerini terk etmeye ve ayrıcalıkları için burjuva özel mülkiyet içinde yeni bir temel bulmaya karar verdi. Gorbaçov’un yükselişinin ve onun perestroyka politikasının anlamı buydu.

Honecker, perestroykaya karşı çıktı. Doğu Almanya’da bu politikanın uygulanması durumunda, DDR’nin sonunun geleceğini gayet doğru bir biçimde anlamıştı. Tarihte ilk kez, SED’in “Sovyetler Birliği’nden öğrenmek kazanmayı öğrenmek anlamına gelir” sloganı bir kenara bırakıldı. Hatta popüler Sputnik dergisi gibi kimi Sovyet yayınları yasa dışı yayın sayılmaya başlandı. Her şeye rağmen, DDR yok olmaktan kurtulamadı ve hızla iflasa doğru sürüklendi.

İleride, Politbüro’nun ekonomiden sorumlu üyesi Fuenther Mittag, Der Spiegel dergisiyle yaptığı bir görüşmede, o sıralarda “birleşme olmadan, DDR’nin toplumsal sonuçları öngörülemeyecek bir felakete doğru gideceğine, çünkü kendi ayakları üzerinde durmaya devam edemeyeceğine” ikna olduğunu açıkladı. Mittag, 1987 sonunda “oyunun bittiğini” anlamış olduğunu itiraf etti. Fakat halkın bürokrasinin oyunu bırakmış olduğunun tamamen farkına varabilmesi için iki yıl gibi bir süre geçmesi gerekecekti.

DDR’nin çöküşü

1989 baharında DDR’deki siyasi atmosfere umutsuzluk ve felç olma hali damgasını vuruyordu. Eğer o günlerde bir kamuoyu araştırması yapmak mümkün olsaydı, büyük çoğunluk, hiç tereddüt etmeden, ilk olarak işlerin bundan böyle sadece daha kötüye gidebileceğini ve ikinci olarak da egemen kliği iktidardan uzaklaştırmanın hiçbir yolu olmadığını söylerdi.

Volkskammer (Doğu Alman Parlamentosu), Haziran ayında, oybirliğiyle, Çin rejimini Tiananmen Meydanı katliamı ile ilgili olarak kutlama kararı alınca, genel hüsran duygusu daha da yoğunlaştı. Altı ay sonra, Almanya’nın Gorbaçov’u pozuna girecek olan Hans Modrow, kişisel olarak tebriklerini iletmek üzere Pekin’i ziyaret etti.

Sonunda, genel hoşnutsuzluk kendisine bütünüyle apolitik bir çıkış yolu buldu. Yüzlerce Doğu Alman tatilci, Prag’da, Budapeşte’de ve Varşova’da Batı Alman elçiliklerini, Batı Almanya’ya gitmelerine izin verilmesi talebiyle işgal ettiler. Macaristan hükümeti Avusturya sınırını açınca on binlerce insan Batı’ya geçti. Bu terk etme dalgası, Doğu Alman hükümeti açısından, otoritesinin altını oyan esaslı bir utanç kaynağıydı.

Eylül ayının başlarında ilk ürkek gösteriler başladı. İlk başlarda gösterilere sadece birkaç yüz kişi katılırken, daha sonraları binlerce ve nihayet yüz binlerce insan katılır oldu. Devlet uzunca bir süre nasıl bir tepki vermesi gerektiğine karar veremedi. Kimi insanlar tutuklandı ve bunlara gözdağı verildi ama ordu olaylara müdahale etmedi.

Gorbaçov, 7 Ekimde, gösterilerin tam orta yerinde, DDR’nin 40. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katılmak üzere Almanya’ya gitti. Gorbaçov, yaptığı konuşmada Honecker’i desteklemeyeceğini belirtti. Bu, SED’in çizgisinin değişmesine neden oldu. Şimdi artık SED, aktif bir biçimde, kapitalist restorasyon ve Almanya’nın birleşmesi için çaba göstermeye başlamıştı. Honecker, Politbüro’daki kendi adamları tarafından görevden uzaklaştırıldı ve yerine gösterileri “halkla diyalog” adını verdiği uygulama ile yatıştırmaya çalışan Egon Krenz getirildi. Meydanlarda yapılan siyasi tartışmalara binlerce insan katıldı. Ancak gösteriler gittikçe büyüyordu. 4 Kasım’da, Doğu Berlin’de bir milyon insanın katılımıyla Almanya tarihindeki en büyük gösterilerden biri yapıldı.

Üç gün sonra, Gorbaçov’un destekçisi olarak bilinen Hans Modrow başbakanlığa getirildi. Ertesi gün Berlin Duvarı açıldı ve milyonlarca insan Batı Almanya’ya gidip gelmeye başladı. Bu, o an için, hükümetin üzerindeki baskının bir bölümünü ortadan kaldırdı.

Bugün hâlâ PDS’nin onursal başkanı olan Modrow, daha sonraki yıllarda, başbakanlık yaptığı dönemle ilgili bir kitap yazdı. Modrow’a göre, 1989-90 kışında bir devrimin yaşanması an meselesiydi: “Ahlaki çürümenin gündelik olarak sergilenişi ve SED’in üst düzey görevlilerinin yetkilerini kötüye kullanmaları, genel öfkeyi patlama noktasına getirmişti… İnsanların öfkesi komün, şehir ve semt yetkililerine yönelmişti. Birçok yerde bunların faaliyet alanları büyük ölçüde daraltılmıştı… Grevler, geçici iş bırakmalar, iş yavaşlatmalar ve diğer karışıklıklar üretimde büyük boyutlu kayıplara yol açıyordu. Bunun dışında, ortaya mevcut siyasi yapılar tarafından gittikçe daha az denetlenebilen farklı türden toplumsal gerilimler çıkıyordu.”

Daha sonra Modrow, kendi hükümetinin temel hedef olarak neyi önüne koyduğunu anlatıyor: “Benim temel görevim ülkeyi yönetilebilir konumda tutmak ve kaosu önlemekti. Benim görüşüme göre, Almanya’nın birliğine giden yol kaçınılmaz bir gereklilikti ve enerjik bir biçimde desteklenmeliydi.” PDS’nin daha sonraları öne sürdüğü DDR’nin tecavüze uğramış olduğu ve Batı Almanya ile zorla birleştirildiği iddiası için söylenecek fazla bir şey kalmıyor.

Aslında birleşmenin itici gücü Stalinistlerin kendisiydi. Kohl’ün ne yapacağına henüz tam olarak karar veremediği sırada Modrow, “birleşik anavatan Almanya” sloganını temel slogan haline getirmişti. Modrow, birleşmenin koşullarını görüşmek üzere Moskova’ya ve Bonn’a gitti. Modrow hükümeti, aynı sırada, gelecek birkaç yıl içinde bütün Doğu Alman ekonomisini özelleştirecek olan Treuhand dairesini kurdu. Dönemin Ekonomi Bakanı Christa Luft daha sonraları anılarını “Mülkiyetin Verdiği Neşe” gibi kışkırtıcı bir başlık altında yayımladı. PDS ancak Mart 1990 Volkskammer seçimlerini kaybedip birleşme görüşmelerinden dışlanınca huysuzlanmaya başladı.

İşçi sınıfı 1989’daki gösterilere kitlesel olarak katıldı ancak hiçbir şekilde bağımsız bir siyasi rol oynamadı. Bunun nedenini anlamak zor değil. Stalinizmin, Nazilerin 12 yıl süren faşist terörünü izleyen 40 yıllık siyasi baskısı, işçi sınıfının bilincinde izlerini bırakmıştı. Kendilerine on yıllar boyunca DDR’nin sosyalizmi kurduğu söylendikten sonra, birçok işçi kapitalizmi ciddi bir alternatif olarak görmeye başladı. Sonuçta Batı Alman işçiler çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı ve DDR’dekilerden daha fazla siyasi özgürlüğe sahiptiler.

İşçi sınıfı içinde herhangi bir geçerli perspektifin olmaması nedeniyle, olayların rotasını çözümlemekten tümüyle aciz, hatta kendi eylemlerinin sonuçlarını bile ölçemeyen, rastlantısal olarak ortaya çıkan orta sınıf figürler, hareketin sözcüsü haline geldiler. İlk gösterilerle birlikte ortaya bir dizi demokratik örgüt çıkıverdi. Bu örgütlerin programları belirsiz demokratik taleplerin ve “demokratik diyalog” için yapılan çağrıların ötesine gitmiyordu. Bu örgütler, devrimci değişim için en ufak bir istek belirtisi bile göstermiyorlardı. Tam tersine, bunlar DDR’nin aniden yıkılması karşısında duydukları dehşeti ifade ettiler.

Birden bire milyonlarca insandan oluşan kitlesel bir hareketin başında bulundukları gerçeği karşısında korkuya kapılarak, inisiyatifi olabildiğince çabuk bir şekilde hükümete geri verdiler. Modrow hükümeti ile birlikte, hükümeti yükselen muhalefetten korumaya yarayan bir Yuvarlak Masa oluşturdular. Modrow’a karşı direncin büyümeye devam etmesi karşısında, nihayet Modrow’un hükümetine girdiler.

Pablocular ise Yuvarlak Masanın sol kanadını oluşturdular. 1953’te Stalinizmin sosyalizme giden yeni yollara girip yürüyebileceğini iddia ederek Dördüncü Enternasyonal’den kopmuş olanlar, şimdi kapitalizme giden yolda yürürken Stalinizme destek veriyorlardı.

Duvarın yıkılışından bir hafta sonra, Ernest Mandel, Doğu Berlin’e gitti. Kamuoyuna yaptığı ilk açıklamayı –bu Stalinist gençlik gazetesi Junge Welt ile yapılan bir görüşmeydi– Almanya’daki SEP’in selefi olan BSA’yı suçlamaya ayırdı. 4 Kasımda yapılan kitlesel gösteride, kapitalist restorasyonun tehlikeleri konusunda uyarıda bulunan ve uluslararası sosyalizm programını savunan yasa dışı bir bildiri dağıtmıştık. Mandel, bunu, “dışarıdan yapılmış, kabul edilemez bir müdahale” olarak kınadı. Daha sonra Mandel, PDS’nin önderi Gregor Gysi’ne danışman oldu. Birleşik Sekreterlik’in Almanya’daki en eski üyesi Jakob Moneta, PDS’nin Merkez Komitesi’ne bile girdi. Ve Mandel’in öğrencisi Winfrid Wolf, şu anda Bundestag’da PDS’nin bir milletvekili olarak oturuyor.

Siyasi sonuçlar

Özet halinde kimi siyasi sonuçlar çıkartmama izin verin.

İşçilerin Doğu Avrupa’yı ve Sovyetler Birliği’ni içine çeken gerici dalgaya karşı duramamasının nedeni, Stalinistlerin ve reformistlerin işçi sınıfı üzerinde onlarca yıl devam eden egemenliğinin sonucunda ortaya çıkmış olan perspektif kriziydi.

Ancak işçilerin kafalarının karışmış olması, düşünmeyi bıraktıkları anlamına gelmez. Gerçekte işçi sınıfı son sekiz yıl içinde devasa deneyimler yaşamıştır. Sekiz yıl önce çok yaygın olan, kapitalizmle ilgili yanılsamalar, büyük ölçüde ortadan kalktı. İşçi kitleleri kendi acı deneyimlerini yaşadılar. Ancak sosyalizm Stalinizm ile özdeşleştirilmeye devam edildiği sürece bir çıkış yolu bulunamayacaktır. Geçmişin anlaşılması, Stalinizmin ve onun neyi temsil ettiğinin anlaşılması, şimdiki perspektif krizinin üstesinden gelebilmek açısından kritik önem taşımaktadır. Eğer yenilgilerin nedeni anlaşılırsa ve bunlardan ders çıkarılabilirse, yenilgiler ancak o zaman –Lenin’in söylediği gibi– gelecekteki zaferlerin temellerine dönüştürülebilir.

Böyle bir kavrayış, ortalama işçiden ya da işçi kitlelerinden değil, en ileri konumda olanlardan başlar. Doğrusu, işçi sınıfı böyle bir kavrayışa yalnızca bizim partilerimiz aracılığıyla ulaşabilir. Bu yaz okulunun tarihsel önemi burada yatmaktadır.

Bu okul daha geniş bir karşılık bulabilecek mi? Vadim Rogovin, dünkü konferansında, burjuva medyasının etkisine işaret etti. Tabii ki manipülasyon sanatının görülmemiş ölçüde gelişme gösterdiği bir gerçek. Ancak burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmek için bu tür manipülasyonlara bel bağlaması güçlülüğün değil, aksine güçsüzlüğün belirtisidir. Kendisine yapay olarak üretilmiş yanılsamaları temel alan hükümetler, bugün hiçbirinin mali olarak gücünün yetmediği, gerçek toplumsal tavizlere dayanan hükümetlere kıyasla istikrarsızlığa çok daha fazla açıktır. Vadim’in yaptığı espride söylendiği gibi: “O kadar çok söz vermemize karşın kitleler bir türlü sakinleşmedi.”

Önümüzdeki dönemde, kaçınılmaz bir biçimde, Doğu Avrupa’da, eski Sovyetler Birliği’nde ve Batı’da çok sayıda toplumsal patlamanın ortaya çıkışına tanıklık edeceğiz. Ne bu patlamalar kendiliğinden bu perspektif krizinin üstesinden gelebilecek, ne de birkaç doğru slogan Stalinizmin işçi sınıfının bilincinde bıraktığı yıkıcı siyasi mirasın üstesinden gelmek için yeterli olacak. Ancak toplumsal krizle birlikte siyasi iklimde kaçınılmaz bir değişim ve siyasi ilgide bir artış yaşanacak; cevaplarını yalnızca Uluslararası Komite’nin verebileceği siyasi sorulara yanıt arayışı söz konusu olacak.

Marksist kadrolar, uluslararası düzeyde işçi kitlelerinin siyasi yönelişinin odak noktası haline gelecek olan Dördüncü Enternasyonal tarafından bu temelde bir araya getirilecek ve siyasi olarak silahlandırılacaktır.

Loading