Doğu Akdeniz’de bir Yunanistan-Türkiye savaşına hayır!

Türkiye ile Yunanistan arasında artan tehditlerin ve deniz tatbikatlarının ortasında, Avrupa ve Ortadoğu savaşın eşiğinde bulunuyor. Bu yaz, deniz sınırları, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri ve Libya’daki on yıllık savaşın sonucu üzerine anlaşmazlıklar nedeniyle, Yunan gemileri sözde NATO müttefiki Türkiye’ye ait gemilerle defalarca burun buruna geldi ve karşılıklı olarak ateş açma tehlikesi ortaya çıktı. Bununla ilgili en sert uyarıların yapılması gerekiyor. Akdeniz’de çıkacak bir savaş, küresel bir çatışmaya dönüşebilir.

Söz konusu riskler, önde gelen yetkililer tarafından açıkça itiraf ediliyor. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, geçtiğimiz ay Atina’ya ve Ankara’ya yapacağı ziyaretlerden önce şunları söylüyordu: “Gerginlik, sadece AB ile Türkiye arasındaki ilişkiyi etkilemiyor. Daha ileri bir tırmanma bütün taraflara zarar verebilir.” Maas, Atina’da ayrıca şunu belirtiyordu: “Doğu Akdeniz’deki mevcut durum, ateşle oynamaya eşdeğerdir. Her küçük kıvılcım felakete yol açabilir.”

Hava kuvvetleri jetleri, Yunanistan’ın Girit adası yakınlarında Birleşik Arap Emirlikleri silahlı kuvvetleri ile ortak eğitim tatbikatına katıldı, 4 Eylül 2020 [Kaynak: AP aracılığıyla Yunanistan Savunma Bakanlığı]

Yüzyıl önce, Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te suikasta uğramasıyla Balkanlar’da tetiklenen çatışmalar, 4 Ağustos’ta Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine yol açmıştı. Bugün, emperyalist güçler, küresel bir savaş felaketine gidişi durdurma yeteneğine, 20. yüzyıldaki atalarından daha fazla sahip değiller.

Yunanistan ile Türkiye arasındaki asırlık sınır anlaşmazlıklarının yeniden canlanması, ABD’nin dünya hegemonyasının çöküşüyle (ki bu, COVID-19 pandemisiyle hız kazanmıştır) ve Amerika ile Avrupa arasındaki NATO ittifakının bozulmasıyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Bu durum, özellikle, NATO’nun 2011’de Mısır ve Tunus işçi sınıfının devrimci ayaklanmalarına karşılık olarak Libya ve Suriye’de başlattığı kanlı savaşların ürünüdür. Bunun sonucunda ortaya çıkan kâr ve stratejik üstünlük kapışması, NATO’yu ve bölgeyi paramparça ediyor.

2013’te, Suriye savaşının ilk aşamalarında, Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi (CSIS) adlı düşünce kuruluşu, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz rezervleriyle ilgili çatışmaların labirentini şöyle tarif etmişti:

Doğu Akdeniz’in petrol ve doğalgaz kaynakları, dünyanın jeopolitik açıdan en karmaşık bölgelerinden birinin kalbinde yer almaktadır. İsrail-Filistin çatışması, İsrail ile Lübnan arasındaki gerilimler, Kıbrıs üzerinde donmuş çatışma ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan arasındaki zorlu ilişkiler; bunların hepsi Doğu Akdeniz’den enerji edinme ve satma çabalarını karmaşıklaştırıyor. Suriye iç savaşı, duruma yeni bir ekonomik ve jeopolitik belirsizlik kaynağı kattı ve arka planda, Doğu Akdeniz’deki kârlı enerji işine girmek ve Avrupa pazarları için başlıca petrol ve doğalgaz tedarikçisi konumunu sürdürmek isteyen Rusya duruyor.

Bugün bu çatışmalar, 2013’tekinden çok daha patlayıcıdır. Türkiye Yunanistan’ın yaklaşık sekiz katı bir nüfusa ve daha büyük bir orduya sahip olmasına rağmen, Atina, Fransa’nın desteğiyle, Ankara’nın karşısına çıkmaya teşvik ediliyor. Paris, Türkiye’nin Libya’daki İslamcı Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (GNA) Fransa’nın vekili olan savaş ağası Halife Hafter’in Libya Ulusal Ordusu’na (LNA) karşı desteklemesine son derece öfkeli. Fransa, Türkiye’nin politikasını, kendisinin Afrika’daki eski sömürge imparatorluğu topraklarındaki çıkarlarına yönelik kabul edilemez bir tehdit olarak görüyor. Hafter’in diğer destekleyicilerini, özellikle de Mısır’ı ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) Türkiye’ye karşı Yunanistan’la bölgesel bir ittifak içinde birleştirmeye çalışıyor. Suriye’nin Doğu Akdeniz’deki payı ise, müttefikleri Rusya’yı ve İran’ı kaçınılmaz olarak sürece dahil ediyor.

Stalinist bürokrasinin 1991’de Sovyetler Birliği’ni dağıtarak NATO’nun başlıca askeri-siyasi denge ağırlığını ortadan kaldırmasından bu yana 30 yıldır Ortadoğu’da ABD önderliğinde yürütülen savaşların bozgunla sonuçlanması, hızla yeni bir küresel savaşın önünü açıyor. Fransa’nın Türkiye’ye karşı politikası, Avrupa Birliği (AB) devletlerinin, sık sık belirttikleri üzere, Washington’dan bağımsız bir dış politika formüle etme kararlılığını yansıtıyor. Bu dış politika, Avrupa’yı hedef alacak şekilde ticaret savaşı niteliğindeki gümrük vergileri koyan ve İran’la ticarete yaptırım getiren Washington’a karşı Avrupa’nın emperyalist çıkarlarının öne sürülmesini içermektedir.

Washington; içeride polis vahşetine ve pandemiye karşı artan toplumsal protestolar ve grevler ile başkanlık seçimlerindeki patlayıcı gerilimlerin arasında Yunanistan-Türkiye anlaşmazlığına büyük ölçüde sessiz kalsa da, şüphesiz yeni savaşlara da hazırlanıyor. Washington’ın Akdeniz’deki AB politikasını yakından takip ettiğinden ve kendi savaşlarını planlandığından kuşku duyulamaz.

Geçtiğimiz yıl 20 Haziran’da, Trump, İran’a karşı geniş çaplı hava saldırılarını füzelerin fırlatılmasına 10 dakika kala iptal etmişti. ABD’nin Atina Büyükelçisi Geoffrey Pyatt, bu olaydan dört ay sonra yaptığı bir konuşmada, Doğu Akdeniz’in küresel önemini şöyle vurguluyordu: “Yenilenmiş bir büyük güç rekabeti ve son on yıldaki en büyük hidrokarbon keşifleri döneminde, Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın bu küresel kavşağı, Amerikan stratejik düşüncesinin ön sırasına geri döndü. ABD, Doğu Akdeniz’i yıllarca çantada keklik saydıktan sonra, ABD’nin çıkarlarını nasıl ilerleteceğimiz konusunda düşünülmüş, yekpare bir devlet tavrı almak üzere bir adım geri atmıştır…”

Tarih; Yunanistan ile Türkiye arasında geçici bir barış anlaşmasına bir şekilde varılsa da varılmasa da, kapitalizm altında bu tür çatışmaların barışçıl bir şekilde çözülemeyeceğini göstermektedir. ABD hegemonyasının çökmesi ve küresel sanayinin ağırlık merkezinin doğuya, Türkiye ve Çin gibi ülkelere kayması, kapitalizmin çelişkilerini eşi görülmemiş bir yoğunluğa ulaştırmaktadır. 20. yüzyılın büyük Marksistlerinin 1914’te dünya savaşının çıkmasının nedenleri olarak saptadığı bu çelişkiler; dünya ekonomisi ile ulus devlet sistemi ve toplumsallaşmış üretim ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındadır. Doğu Akdeniz’deki çatışma, yeni bir dünya savaşına doğru emperyalist yönelimin ne kadar ilerlemiş olduğuna dair bir uyarıdır.

Tehlikeler küçümsenmemelidir. Yunanistan, Türkiye, Fransa veya diğer AB ülkelerindeki işçiler arasında, küresel bir çatışmaya dönüşebilecek bir savaşa yönelik bir heves söz konusu değil. Amerikan işçi sınıfı içinde savaşa yoğun bir muhalefet ve sosyalizme artan bir destek var. Dünyanın dört bir yanındaki kapitalist hükümetler, hiçbir çözümlerinin olmadığı büyüyen bir toplumsal muhalefet ve zorlu uluslararası ekonomik-jeopolitik çelişkilerle karşı karşıya iken, böylesi bir savaşı başlatmaları ve savaşın küresel bir çatışmaya dönüşmesi tehlikesi oldukça gerçektir.

Bununla birlikte, geçtiğimiz iki yılda sınıf mücadelesinde tarihi bir küresel patlamaya da tanık olunmuştur. ABD’deki öğretmenlerin ve otomotiv işçilerinin grevleri ve protestolarının yanı sıra Amerika’daki polis şiddetine karşı dünya çapında protestolar gelişti. Avrupa’da Polonyalı öğretmenlerin genel grevi, Portekizli hemşirelerin grevi ve Fransa’daki “sarı yelekliler” hareketi meydana geldi. Latin Amerika genelinde, Hindistan’da ve özellikle Akdeniz’i çevreleyen ülkelerde; Irak, Lübnan, Sudan ve Cezayir’de, hükümet karşıtı protestolar patlak verdi. Pandeminin ortasında uygulanmakta olan acımasız “sürü bağışıklığı” stratejisinin parçası olarak dayatılan işe geri dönme ve okulları açma adımları, her ülkede sınıfsal gerilimleri şiddetlendiriyor.

Yüzyıl önce Balkanlar’da patlayan I. Dünya Savaşı’nı durduran, Vladimir Lenin ile Lev Troçki’nin Bolşevik Partisi önderliğindeki Rus işçi sınıfının 1917 Ekim Devrimi’yle iktidarı alması ve işçi sınıfına, kapitalizme ve emperyalist savaşa karşı devrimci bir mücadelede önderlik etmek üzere Komünist Enternasyonal’in kurulmasıydı. Bu stratejik perspektifin günümüzdeki savunucusu, dünya Troçkist hareketi, yani Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’dir (DEUK). Savaşa gidişi ancak işçi sınıfının kapitalizme karşı, devlet iktidarını almak ve sosyalizmi inşa etmek için bağımsız ve uluslararası siyasi seferberliği durdurabilir.

Savaşa karşı hamle sırası, uluslararası işçi sınıfı içinde gelişen harekettedir; onu, işçi sınıfı içinde savaş ve emperyalizm karşıtı uluslararası bir hareket inşa etmek için gereken Marksist bilinçle donatma mücadelesindedir.

Yunanistan-Türkiye sondaj hakları çekişmesinin tarihsel ve siyasi kökenleri

Yunanistan ile Türkiye arasında var olan deniz sınırları ve kaynakları üzerine anlaşmazlıklar, 20. yüzyılın çözülmemiş sorunlarından kaynaklanmaktadır. İki ülke arasındaki sınırlar, 1923 Lozan Antlaşması ile belirlemişti. Bu olay ve bölgede sonradan meydana gelen çatışmalar, Balkanlar’ı ve Ortadoğu’yu emperyalizm tarafından dikte edilmiş keyfi ulus devlet sınırlarına bölme girişimlerinin her durumda gerici karakterinin altını çizmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 1919 ile 1922 arasında yürütülen bağımsızlık savaşı, Britanya ve Fransa emperyalizminin, I. Dünya Savaşı’nda Almanya ile Avusturya’nın yanında yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’daki topraklarını paylaşma girişimlerini yenilgiye uğrattı. Londra ile Paris, Kasım 1917’de Sovyet hükümetinin dünyaya ifşa ettiği 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasında, Irak ve Suriye’nin yaratılıp paylaşılması konusunda anlaşmaya varmıştı. Ardından 1919’da Yunanistan’ın da katılımıyla, imparatorluktan geriye kalanları paylaşmak üzere günümüzdeki Türkiye topraklarını işgal ettiler.

Sovyet Rusya, emperyalist güçlerin önderliğindeki sömürgeci işgale karşı, Türkiye’de işçiler ve köylüler tarafından desteklenen ulusal direnişe, Ankara hükümetine silah sağlayarak doğru bir şekilde destek olmuştu. Acil askeri gereksinimler de bu Sovyet politikasını gerektiriyordu: Londra ve Paris, Berlin, Prag, Tokyo ve Washington ile beraber, genç işçi devletini ezmek ve Rusya’da yeni sömürgeci, antisemitist bir Beyaz rejimi kurmak amacıyla Sovyetler Birliği topraklarını istila etmişti ve Rus İç Savaşı’nda karşıdevrimci Beyazları destekliyorlardı. Yunan komünistler de Anadolu’daki işgale karşı propaganda yürüterek Yunan askerleri arasındaki muhalefeti harekete geçirme mücadelesi vermişlerdi.

Ancak tüm bunlar, işçilerin, Türkiyeli komünistleri tamamen yok etmeye çalışan, Kürt halkının kültürel ve siyasi haklarını çiğneyen Türk burjuva devletini veya bu devletin emperyalizmle anlaşmaya vardığı sınırları desteklemesi gerektiği anlamına gelmiyordu. Bu sınırların hayata geçirilmesi, etnik olarak saf Yunan ve Türk devletleri kurma amacıyla, 1923’te 1,6 milyon dolayında insanın korkunç bir şekilde zorla sürülmesine yol açtı. Sovyet hükümeti ise, Stalinist yozlaşmadan önce, politikasını hâlâ, bir dünya sosyalist federasyonu içinde ulusal sınırların sönümlenmesine zemin hazırlayacak bir uluslararası sosyalist devrim perspektifine dayandırıyordu.

Bununla birlikte, Türkiye-Yunanistan deniz sınırları anlaşmazlığı, II. Dünya Savaşı’ndan sonra her iki ülke de ABD önderliğindeki Sovyet karşıtı NATO ittifakına katıldıktan sonra bile, hiçbir zaman çözümlenmedi. Yunanistan, Ege ve Akdeniz’e dağılmış olan ve genellikle Türkiye kıyılarına birkaç kilometre uzakta bulunan adaları elinde tutarken, bu durum deniz sınırlarının takip edilmesini çekişmeli ve pratikte imkânsız kılıyordu.

Yunanistan, Türkiye, Lübnan ve Suriye kıyıları açıklarında bulunan stratejik önemdeki Kıbrıs adası üzerine de kalıcı bir anlaşmazlık ortaya çıktı. 1974’te, Yunanistan’ın CIA destekli albaylar cuntası, Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılarıyla kötü bir üne sahip olan aşırı sağcı Kıbrıslı Rum politikacı Nikos Sampson’u başa getirmek için bir darbe düzenleyince, çatışma patlak verdi. Türk ordusunun Kıbrıs’ı işgal etmesi, adanın kalıcı olarak bölünmesine ve Yunan cuntasının düşmesine yol açtı. Bununla birlikte, Yunan cuntasını destekleyen Washington ve Avrupa devletleri, Kıbrıs’taki Türk bölgesini o zamandan beri tanımadı.

Akdeniz’de Yunanistan ile Türkiye arasında bugünkü askeri gerilimleri tetikleyen şey, Libya ve Suriye’deki kanlı NATO savaşlarıyla bağlantılı uluslararası çatışmalardır. Ocak-Şubat 2011’de Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yi ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’i deviren devrimci işçi sınıfı ayaklanmalarıyla karşılaşan Fransa, Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri, Libya’da Albay Muammer Kaddafi rejimine karşı İslamcı bir vekil savaşı başlattı. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti ise, müdahaleyi kısa bir süre eleştirdikten sonra, Libya ve Suriye’deki NATO savaşlarını desteklemeye yöneldi.

Bu savaşların geniş kapsamlı ve istenmedik sonuçları oldu. NATO güçleri, Libya’da İslamcıları ve aşiret milislerini silahlandırarak ve onlara hava desteği sağlamak için ülkeyi bombalayarak, Libya hükümetini altı ayda yok ettiler. Libya rakip milis güçleri arasında iç savaşa sürüklenirken, birçok İslamcı savaşçı da ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden Suriye’ye giderek rejim değişikliği savaşına katıldı. Ne var ki, CIA’in ve Basra Körfezi’nin petrol şeyhliklerinin milyarlarca dolarlık desteğine rağmen, bu küçük çaplı ve halk tarafından desteklenmeyen İslamcı milis güçleri, daha büyük ve daha iyi silahlanmış olan Suriye yönetimini deviremedi. 2015 yılına gelindiğinde, önce İran sonra da Rus kuvvetlerinin Suriye yönetimini desteklemek üzere müdahale etmesinin ardından, NATO’nun İslamcı vekilleri yenilgiyle karşı karşıya geldi.

Washington’ın, Paris’in ve diğer NATO güçlerinin Suriye’deki vekilleri olarak Kürt milisleri kullanmaya yönelmesi, nihayetinde Türkiye’nin emperyalist devletlerle ilişkilerinde bir kırılmaya yol açtı. Ankara, Türkiye içindeki Kürt milliyetçiliğine yönelik geleneksel düşmanlığı doğrultusunda, ABD’nin ve Avrupa’nın Suriye politikasına giderek daha çok itiraz etti. Türkiye, Kasım 2015’te Suriye’deki bir Rus jetini düşürüp neredeyse savaş çıkarma noktasına geldikten sonra, Moskova ile daha iyi ilişkiler geliştirme peşinde koşmaya başladı. Washington ve Berlin ise buna, Erdoğan’ı öldürme girişiminde bulunan 15 Temmuz 2016 darbesiyle misilleme yaptı; ancak darbe girişimi, Erdoğan’ın sözde NATO müttefiklerini hayal kırıklığına uğratacak şekilde başarısız oldu ve Erdoğan iktidarda kaldı.

Mısır devriminden sonra NATO’nun İslamcı güçlere ve Müslüman Kardeşler’e (MB) yaslanması da bölge genelinde sert çatışmalara yol açtı. 2013’te, Mısır işçi sınıfının kitlesel protestolarının ortasında, General Abdülfettah El Sisi’nin İslamcı Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye karşı askeri darbe düzenlemesi ve MB taraftarlarını katletmesi sonucunda, askeri rejim yeniden tesis edildi. Kendi sınırları içinde MB’yi veya başka herhangi bir İslamcı örgütü hoş görmeyen Suudi Arabistan ve BAE vb. petrol şeyhlikleri gibi Mısır cuntası da Libya’daki İslamcı GNA’ya son derece düşmandır. Bu güçlerin düşmanlığı, MB’nin müttefiki olan ve Mısır’daki Sisi rejimini kınayan Türkiye’deki İslamcı AKP’ye kadar uzanmaktadır.

Emperyalist güçler, Libya savaşını sadece doğuya, Suriye’ye doğru değil, aynı zamanda güneye, Sahra Altı Afrika’ya doğru da genişlettiler. Eski sömürge imparatorluğu topraklarında sağa sola saldıran Fransız emperyalizmi, Devlet Başkanı Laurent Gbagbo’yu devirmek üzere Fildişi Sahili’ne müdahale etti, Orta Afrika Cumhuriyeti’ne asker gönderdi ve 2013’te Mali’de ülkenin kuzeyindeki İslamcı milislere karşı savaş başlattı. Paris, bu temelde—ve petrol şirketi Total’in çıkarlarını GNA’ya ve rakip İtalyan enerji şirketi ENI’ye karşı savunmak için—Libya’da da Hafter’i destekledi.

Geçtiğimiz yıl, bu patlayıcı uluslararası ortamda, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’ın, doğalgazı Yunanistan ve İtalya üzerinden Avrupa’ya taşıyacak EastMed boru hattı konusundaki görüşmelerde son aşamaya gelmesi, Türkiye’den sert bir tepkiye yol açtı. Erdoğan, geçtiğimiz yılın Ağustos ayının sonunda, Ege Denizi’nin önemli bir kısmında hak iddia eden “mavi vatan” haritasının önünde açıklama yaparak fotoğraf çektirdi. Türkiye, Kasım ayında, Libya’daki GNA ile iki taraflı bir deniz sınırı ve askeri işbirliği anlaşması yaptıktan sonra, Doğu Akdeniz’de ortak keşif hakkı iddia etti ve Aralık’ta bu yönde çalışmalara başladı. Atina, buna, GNA’nın Yunanistan büyükelçisini sınır dışı ederek karşılık verirken, Fransa ve İtalya, Türkiye’ye karşı Kıbrıs’a ve Yunan adası Girit’e savaş gemileri göndereceklerini duyurdu.

2 Ocak’ta İsrail-Kıbrıs-Yunanistan boru hattı anlaşmasının imzalanması, çatışmanın bölge genelinde yeniden tırmanmasına yol açtı. Türkiye, buna, Hafter’in Trablus’a yönelik saldırısına karşı GNA’yı desteklemek üzere Libya’ya asker göndereceğini ilan ederek misilleme yaptı. Fransa ve Mısır hükümetleri ise bu adımı kınadı. Yine Ocak ayında Libya üzerine düzenlenen ve bu ülkeye yönelik bir AB askeri misyonunu kabul eden Berlin konferansı sırasında, Fransa ile Yunanistan resmi bir askeri ittifak ilan etti.

Nisan ayına gelindiğinde, Libya’daki Türk güçleri, LNA’nın Trablus’a ilerleyişini durdurmak üzere müdahale etmiş ve onları batı Libya’nın büyük kısmını terk etmeye zorlamıştı. Mayıs’ta, Türkiye, Yunanistan’ın Girit, Karpathos ve Rodos gibi adalarının açıklarında doğrudan petrol ve doğalgaz arama planlarını ilan etti.

Durum bu yaz hızla ağırlaştı. Haziran ayında, Fransız fırkateyni Courbet, Libya’ya yük taşıyan Türk gemilerini durdurmaya çalışınca, Türk savaş gemileri hedef radarlarını kısa süreliğine ışıklandırarak ateş açmaya hazır olduklarının işaretini verdiler. Mısır cuntası ise, Libya’ya yönelik topyekûn bir istila planladığını açıkladı ve Temmuz ayında bu yönde bir tezkereyi kabul etti. Temmuz ayı başlarında, Fransa’ya veya BAE’ye ait olduğu söylenen ancak kimlikleri saptanamayan savaş uçakları, Libya’daki Vatiyye üssünü vurdu. Saldırıda Türk istihbarat görevlileri yaralanırken önemli radarlar tahrip edildi.

Yunanistan ayrıca İtalya ve Mısır’la deniz sınırları üzerine Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) görüşmelerine başladı. Bunlar, Atina’nın Ankara’yla bu tür görüşmelere başlama talebine giriş niteliği taşıyordu. Ancak Türk yetkililer bu yönde görüşmeleri reddediyor; zira Türkiye’nin onaylamadığı Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, Yunanistan’ın Ege geneline dağılmış adalarının her biri etrafında 12 millik bir alan talep etmesine olanak verebilir. Bu ise neredeyse tüm Ege’yi Yunan karasularına dönüştürecek ve Atina’nın, İstanbul’a ve Türkiye’nin başlıca kuzey şehirlerine yönelik ticareti ablukaya almasına izin verecek bir adımdır.

Türkiye’nin Oruç Reis sismik araştırma gemisini 21 Temmuz’dan itibaren savaş gemileri eşliğinde Yunanistan’ın Kastellorizo (Meis) adası açıklarına göndereceğini duyurmasının ardından, Atina, Yunan ordusunu tam alarm seviyesine geçirdi. Yunanistan Savunma Bakanlığı’ndan geliyor gibi görünen ve halkı “askeri bir olay” için “seferber” olmaya çağıran düzmece telefon mesajları paniğe neden oldu. Nihayetinde, olası bir çatışma, haberlere göre Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Ankara’yı araması ve Türk gemilerinin tartışmalı bölgeden uzaklaşması ile önlendi.

Ağustos ayında, Yunan ve Türk savaş gemileri devriyelerini arttırır ve bir olayda, Yunan sahil güvenliği bir Türk teknesine ateş açıp üç kişiyi yaralarken, Paris de müdahalesini arttırarak önce Mısır’la, ardından da Yunanistan’la ortak deniz tatbikatları düzenledi. Bu arada hem Fransa hem de BAE, Yunanistan’a savaş uçakları gönderdi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Türkiye’ye karşı “kırmızı çizgiler” çizeceğini ilan ederek savaş tehdidinde bulundu. Şimdiyse AB, Paris’in çağrısı üzerine, Türkiye’ye karşı ekonomik yaptırımlar hazırlamayı kabul etmiş durumda.

İşçi sınıfı, bu tehlikeli tırmanmaya yol açan hiçbir kapitalist hükümeti destekleyemez.

Paris, politikasını uluslararası hukuk retoriğiyle süslese de, emperyalist çıkarlarını savunuyor ve eski sömürge alanı etrafındaki petrol kârlarının peşinde koşuyor. Fransa, Libya savaşının başlatılmasında oynadığı öncü rolü devam ettiriyor. Söz konusu savaş, ülkenin yerle bir edilmesine ve AB toplama kamplarının kurulmasına yol açtı. İnsan hakları örgütleri, bu kamplarda tutulan sığınmacıların köle yapıldığını, tecavüze uğradığını ve öldürüldüğünü belgeledi. Eski bir yatırım bankeri olan Macron’un konuşmaları değil ama işte bu olaylar, hukuk ve insan hakları hakkındaki emperyalist retoriğin siyasi içeriğini gözler önüne sermektedir.

Sınıf mücadelesinde süregiden uluslararası canlanmanın neden olduğu korku ve öfke, Macron’un politikasına yön veren çok önemli bir güçtür. Bu korku, işçi sınıfının pandemi sırasında izlenen politikaya artan öfkesiyle artık daha da yoğunlaşmıştır. “Sarı yelek” hareketi ve bu yılki ulaşım grevi gibi içerideki protestoları vahşice bastırmaya çalışan Macron, emperyalizm tarafından ezilen eski Fransız sömürgelerindeki işçiler arasında gelişen harekete de kıyasıya düşmandır.

Geçtiğimiz yıl, Lübnan ve Cezayir’de milyonlarca kişinin katıldığı hükümet karşıtı protestolar, Fildişi Sahili’nde Gbagbo’nun devrilmesine karşı kitlesel protestolar ve Mali’de Fransız savaşına karşı protestolar meydana geldi. Bu ortamda, Erdoğan’ın Paris’e emperyalist kibri üzerinden yönelttiği sözlü eleştiriler, Fransız yetkilileri son derece öfkelendiriyor. Geçtiğimiz ay liman patlamasının ardından gittiği Lübnan’da görüştüğü kişilerle, ülkenin eski Fransız sömürge amiri General Henri Gouraud hakkında konuşan Macron, Fransız sömürgeciliğini meşrulaştırmaya ve Afrika ile Ortadoğu’daki emperyalist yağmayı sürdürmeye kararlıdır.

Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis’in sağcı hükümeti, geçtiğimiz yıl, seçmenler Syriza (“Radikal Sol Koalisyon”) hükümetini reddettiği için hükmen seçildi. Stalinizm ile kimlik politikasının kaynaştırılmasına dayanan orta sınıf partisi Syriza, çarpıcı bir siyasi ihanet gerçekleştirmişti: AB’nin kemer sıkma programlarına son verme vaadiyle seçilen Syriza, Yunan halkının kemer sıkmaya karşı oylarını tekrar tekrar çiğnedi. Yunanistan tarihinde tek seferdeki en büyük sosyal kesinti paketini uygulamaya koyan Syriza, sığınmacılar için de AB’nin tiksindirici toplama kampları ağını kurdu.

Miçotakis, Syriza’nın kemer sıkma politikasını sürdürürken onun sağcı sicili karşısında üstünlük sağlamak üzere polis devleti politikalarına, göçmen karşıtı önlemlere ve Türk karşıtı milliyetçiliğe yaslanmış durumda. Yunan güvenlik güçleri, Yunanistan-Türkiye sınırını geçen Ortadoğulu sığınmacılara saldırıp ateş açarken faşist Altın Şafak üyeleriyle birlikte çalışıyorlardı. Miçotakis, Yunan cuntasının tanınmış birçok sempatizanını –örneğin, Kalkınma Bakanı Adonis Georgiadis ve Kültür Bakanı Makis Voridis’i– kabinesine aldı. Bundan kaçınılmaz olarak militarist ve Türkiye karşıtı bir politika ortaya çıkmaktadır.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümeti ise, saldırgan bir sondaj politikasıyla, petrol ve doğalgazda dışa bağımlı olan Türk burjuvazisinin çıkarlarını ileri sürmeye ve kamuoyu yoklamalarında ortaya çıkan destek kaybına karşı koymaya çalışıyor. COVID-19 pandemisinin ortasında ekonominin açılarak işe gitmenin dayatılmasına, alım gücünün düşmesine ve Ortadoğu’da süregiden savaşlara karşı işçilerin öfkesi büyüyor. Erdoğan, AB’den gelen eleştirileri, emperyalizme sözde karşıymış gibi bir tavır takınmasına, Türk milliyetçiliğini beslemesine ve ülke içinde yükselen sınıfsal çatışmayı boğmaya çalışmasına olanak verdiği için, belirli sınırlar içinde memnuniyetle karşılamaktadır.

Erdoğan hükümetinin sicili, Lev Troçki’nin Sürekli Devrim Teorisi’ni doğrulamaktadır: geç kapitalist gelişmeye sahip ülkelerdeki burjuvazi, demokratik hakları tesis etmekten veya emperyalizme karşı çıkmaktan acizdir. Çeşitli büyük güçler arasında manevra yapan gerici bir burjuva yönetimi olan Erdoğan hükümetinin politikaları, yalnızca felakete yol açmıştır. İçeride Kürt halkını ezmeye devam ederken Libya ve Suriye’deki emperyalist savaşlara dahil olan Erdoğan hükümeti, COVID-19 karşısında da öldürücü bir “sürü bağışıklığı” stratejisini hayata geçirmektedir. Savaşa karşı mücadelenin yanı sıra işçilerin ve orta sınıfın ezilen kesimlerinin hayatlarının, geçimlerinin ve demokratik haklarının savunulması, işçi sınıfı mücadelelerinin, diğer ezilen sınıfları arkasına alarak, sosyalizm uğruna devrimci bir mücadelede uluslararası ölçekte birleştirilmesine bağlıdır.

Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyasının çözülmesi

Doğu Akdeniz’deki savaş tehlikesi, DEUK’un geçtiğimiz on yıllarda yaptığı uyarıların ve analizlerin doğruluğunu kanıtlamaktadır. DEUK, küreselleşme döneminde kapitalist toplumun çözümsüz jeopolitik çelişkilerinin, milyarlarca işçinin önüne, bir kez daha, ya dünya savaşı ya dünya sosyalist devrimi seçeneğini koyacağını uzun süredir vurguluyordu. Stalinistlerin 1991’de Sovyetler Birliği’ni dağıtması, Stalin’in ulusalcı “tek ülkede sosyalizm” teorisinin karşıdevrimci doğasına dair Troçki tarafından yapılan uyarıların doğruluğunu kanıtlamıştı. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin dağıtılması, kapitalizmin I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına ve Rus Devrimi’ne yol açan çelişkilerini çözmediği gibi, Ekim 1917’de açılan dünya sosyalist devrimi çağını da sona erdirmemişti.

WSWS Yayın Kurulu Başkanı David North, 1999’da NATO’nun Sırbistan’daki savaşını ve Irak’a yönelik devam eden bombardımanı çözümlerken, Stalinistlerin Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da kapitalizmi restore etmesiyle serbest bırakılan patlayıcı jeopolitik çatışmaların önemine dikkat çekerek şunları yazmıştı:

Tıpkı emperyalizmin gelişmesinin, büyük güçlerin geçtiğimiz yüzyılın sonunda dünyayı parselleme çabalarını beraberinde getirmesi gibi, SSCB’nin parçalanması da Doğu Avrupa’da, Rusya’da ve Orta Asya’da dünyanın yeniden bölüşümünü kaçınılmaz kılan bir güç boşluğu yaratmış durumda. Yugoslavya’nın bu kritik dönemeçteki temel önemi, büyük dünya güçlerinin genişlemeyi amaçladıkları devasa bir toprak parçasının Batı çeperinde yer alıyor olmasıdır. ABD, Almanya, Japonya, Fransa, Britanya ve diğer güçlerin bu alanın açılışına sadece pasif bir şekilde bakmaları imkânsızdır. Bölgeye erişim ve bölgenin hammaddeleri, emeği ve pazarları üzerinde kontrol sağlama uğruna, geçtiğimiz yüzyılın “Afrika kapışması”nı fazlasıyla geride bırakacak bir mücadele gelişiyor.

“Gelen bir dizi savaş” hakkında uyarıda bulunan North; “Rusya ile çatışma potansiyeli fiilen artmıştır,” diye belirtiyor, ABD ve Avrupa emperyalizmini birleştiren ortak düşman olarak Sovyetler Birliği’nin yok olmasının etkisi hakkında şunları yazıyordu: “Avrupa burjuvazisi, sonsuza dek ABD’ye tabi bir statüyü kabul etmekle yetinmeyecek. Onun konumu, ABD kendi üstünlüğü için bastırdıkça sürekli aşınacak.”

North ayrıca Çin’deki Stalinistlerin kapitalizmi restore etmesinin ve Çin’in dünya piyasalarına ve modern teknolojiye erişim temelindeki sınai büyümesinin olası sonuçlarına dikkat çekiyordu: “ABD ile Çin arasında açık çatışma kaçınılmazdır. Tarihsel olarak ezilen bir ülke olan ve emperyalist bir güç olmayan Çin, kapitalizmin restorasyonu yolunda hayli ilerlemiş durumda: o, büyük bir bölgesel ekonomik güç olmayı arzuluyor. Amerikan egemen seçkinlerinin azımsanmayacak kesimleri, ABD gazetelerindeki Çin karşıtı mevcut histerinin açığa vurduğu üzere, böylesi bir gelişmeye şiddetle karşı çıkıyor.”

Doğu Akdeniz anlaşmazlığı etrafındaki savaşların ve çatışmaların karmaşık biçimde iç içe geçmesi, DEUK tarafından yirmi yıl önce analiz edilen krizin son derece ilerlemiş durumunu yansıtmaktadır. ABD emperyalizminin, Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya ve Ortadoğu’dan Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir alanda askeri güç kullanarak ekonomik ve toplumsal gerilemesine karşı koyma girişimi, başarısızlığa uğramış durumda.

Afganistan’da (2001), Irak’ta (2003), Libya’da ve Suriye’de (2011) başlatılan emperyalist savaşlar, bozgunla sonuçlandı. Dünya egemenliği için yürütülen ama kamuoyuna—İslami terörle savaş, Irak’ın var olmayan “kitle imha silahları”nı arama ve Ortadoğu’da demokratik devrimi destekleme gibi—yalanlarla pazarlanan bu savaşlar, siyaset kurumunu gözden düşürdü. 2002-2003’te, Irak savaşına karşı dünya çapında düzenlenen protestolara on milyonlarca insan katıldı. O zamandan beri bu savaşlar, milyonlarca insanın ölümüne neden oldu ve on milyonlarcasını da evlerini terk etmeye zorladı.

Söz konusu savaşlar, NATO ittifakının çökmesine ve yeni bir dünya savaşına doğru gidişe zemin hazırlamıştır. ABD emperyalizmi, Avrupa’da ve Ortadoğu’da önemli büyük güç rakipleri ile karşı karşıya geliyor. Avrupa’da, Almanya, 2014’te, Nazi rejiminin II. Dünya Savaşı’nın sonunda çökmesinden beri ilk kez, dış politikasını yeniden askerileştireceğini duyurdu. Berlin ve Paris, 2016’dan beri defalarca Washington’dan bağımsız bir AB askeri politikası tasarlamayı taahhüt ederken, Brexit Londra’nın bu planlara veto oyu vermesini engelledi.

Washington, Akdeniz kıyılarında ve Ortadoğu genelinde artık yerleşik bir büyük güç muhalefeti ile yüzleşiyor. Yürüttüğü savaşlar, Irak’ta ve Suriye’de Rusya tarafından da desteklenen İran yanlısı rejimleri pekiştirmiş durumda.

Washington’ın en büyük küresel rakibi olarak tanımladığı Çin de giderek etkisini arttırıyor. Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Ortadoğu genelinde enerji, altyapı ve sanayi projeleri geliştirirken, Çin, aralarında İran, Irak, Suudi Arabistan ve BAE’nin de bulunduğu birçok ülkenin en büyük ticaret ortağı olarak ortaya çıkmış durumda. Haberlere göre Çin, Temmuz ayında, İran’a 400 milyar dolarlık yatırım ve bir ABD saldırısı durumunda karşılıklı savunma güvenceleri içeren bir anlaşma teklif etti.

Bu, ABD’nin, önde gelen stratejistlerinin 1990’larda formüle ettiği emperyalist dış politikasında belirleyici bir gerilemeyi temsil etmektedir. 1997’de, ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, Avrasya’yı “dünyanın eksensel süper kıtası” olarak nitelemiş ve şunları öne sürmüştü: “Avrasya kara parçasındaki güç dağılımının ne olacağı, Amerika’nın küresel üstünlüğü ve tarihsel mirası için belirleyici bir öneme sahip olacaktır. … Dengesiz bir Avrasya’daki acil görev, hiçbir devletin veya devletler kombinasyonunun ABD’yi defetme veya hatta belirleyici rolünü azaltma kabiliyetine sahip olmamasını sağlamaktır.”

NATO ittifakı artık Doğu Akdeniz’de parçalanırken, ABD emperyalizmi, Avrasya geneline dağılmış potansiyel düşmanlar ve rakipler görüyor; bunlara NATO üyeleri de dahildir.

Bu olağanüstü keskin çatışmalar, Doğu Akdeniz krizine NATO tarafından herhangi bir barışçıl ve uzun vadeli çözüm bulunmasını engellemektedir. Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Atina ve Ankara ziyaretlerinden döndükten sonra Fransız yetkililerin bir toplantısında yaptığı konuşmada şunları belirtiyordu: “Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın geri kalanına her zamankinden daha doğrudan bir şekilde Çin ile rekabetinin merceğinden bakıyor. … Amerika’nın istikrarı sağlayan küresel bir güç rolünü oynama istekliliği azaldı.”

Marksist hareketin I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ardından ısrarla vurguladığı gibi, savaş tehlikesinin sorumluluğu, ne kadar saldırgan olursa olsun, şu ya da bu emperyalist devlete ya da politikacıya değil ama bir bütün olarak kapitalist ulus devlet sistemine aittir. Avrupa emperyalizmi, ABD emperyalizminin iflasına bir alternatif değildir. Doğrusu, Paris’in ve Berlin’in Akdeniz’de kendi dış politikalarını işletme yönündeki ilk girişimi, hızla patlayıcı bir çatışmayı tetiklemiştir. Geçtiğimiz yüzyıldaki iki dünya savaşında birbirleriyle savaşan Alman ve Fransız emperyalizminin çıkarlarının, dünyanın giderek daha büyük kısımlarını yağmalamaya koyulurken uyumlu olacağı da hiç kesin değildir.

Küçük burjuva partilerin savaş yanlısı rolü

Kapitalist devletlerin yeni bir dünya savaşına doğru gidişini durdurmanın tek yolu, işçi sınıfının savaşa, pandemiye ve kapitalizme karşı mücadelelerinin devrimci sosyalist bir program temelinde uluslararası ölçekte birleştirilmesidir. Uluslararası sınıf mücadelesinin 2018’den beri yükselişi ve işçilerle gençler arasında sosyalizme artan ilgi, nesnel durumda böyle bir politikanın temelinin var olduğunu göstermektedir. Başlıca engel, işçi sınıfı içindeki devrimci önderlik krizi olmayı sürdürmektedir.

İşçiler, düzen sendikalarından ve partilerinden bağımsız veya onlara karşı mücadeleyi yükseltirken dahi, halen hali vakti yerinde orta sınıfın sahte sol partilerinin arta kalan etkisiyle karşılaşıyorlar. Stalinizm ile kimlik politikasının kaynaştırılmasına dayanan bu güçler, devrime bilinçli olarak karşı çıkıyor ve işçileri kapitalist ulus devlet sistemine bağlamayı amaçlıyorlar. Onlar, 2011-2013 Mısır devriminin kitlesel ayaklanmaları sırasında, işçilere, Mısır burjuvazisinin iktidarı almaya hazırlanan şu ya da bu hizbini—önce askeri cuntayı, sonra Müslüman Kardeşler’i ve nihayet Sisi diktatörlüğünü—destekleme propagandası yaptılar. Bu ise sonunda 2013’te Sisi’nin askeri diktatörlüğünün sağlamlaştırılmasına ve Mısırlı işçilerin hareketinin ezilmesine yol açtı.

Onlar şimdi, Yunanistan ve Türkiye’deki işçileri, bu ülkelerdeki ulusal hükümetleri ve silahlı kuvvetleri desteklemelerini talep ederek savaş arabasına bağlamaya çalışıyorlar. Bunun en çarpıcı örneği, Yunanistan’daki Syriza’dır. Stalinist Yunanistan Komünist Partisi’nden (KKE) kopanlar ile 1968 sonrası orta sınıf öğrenci hareketine dayanan küreselleşme karşıtı hareketlerden gelenler arasında kurulan bir koalisyon olan Syriza, Miçotakis hükümetinin militarist çizgisini saldırgan biçimde desteklemektedir.

Syriza lideri ve eski başbakan Aleksis Çipras, Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlığa, Yunan ordusunu Türk gemilerine karşı seferber etme yönünde şoven milliyetçi bir çağrı yaparak tepki verdi: “Bu yasa dışı sismik faaliyetlerin nasıl engellenmesi gerektiği ve nasıl engellenebileceği Silahlı Kuvvetlerimiz tarafından Ekim 2018’den beri bilinmektedir. Silahlı Kuvvetlerin yeteneklerine tamamen güveniyoruz.”

KKE ise, Yunan ulusal çıkarlarını savunmayı ifade eden “yurtsever bir duruş” çağrısı yapıp “kozmopolitanizm”i kınayarak, Çipras’ın şovenist açıklamasına şu sözlerle kendine has biçimini veriyordu: “Hepimiz işçilerin, çiftçilerin, serbest meslek sahiplerinin ve esnafın, bilim insanlarının, erkeklerin ve kadınların, gençlerin ve emeklilerin Yunanistan’ını ön planda tutmalıyız. Tekellerin, kozmopolitanizmin, büyük sermayenin ve onların çeşitli biçimlerde gelen siyasi idarecilerinin Yunanistan’ını değil.”

KKE ile Stalinist Türkiye Komünist Partisi (TKP), yaptıkları ortak açıklamada, Lozan Antlaşması’na ve Balkanlar’daki kapitalist ulus devlet sistemine desteklerini açıkça ifade ederek, “Sınır ihlâllerine ve bölgedeki sınırları belirleyen uluslararası anlaşmaların sorgulanmasına” ve “Sınırların ve onları tanımlayan anlaşmaların değişmesine karşı” olduklarını ilan ettiler. Bu, KKE ile TKP’nin, işçileri bu sınırların ötesinde birleştirme mücadelesine karşı olduğu ve uluslararası anlaşmaların altında yatan emperyalist savaşlara ve entrikalara uyum sağladığı anlamına gelmektedir. Bu, KKE ve TKP, bir savaş durumunda kendi kapitalist devletlerinin tarafında yer alacak demektir.

Öte yandan, Türk egemen sınıfının geleneksel partisi olan ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümetinin Doğu Akdeniz politikasını destekliyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki tartışmalı adalarıyla ilgili olarak 2017’de yaptığı açıklamada, “2019’da o adaların hepsini gelip alacağım,” demişti. Bütün bunlara rağmen, Sol Parti (eski Özgürlük ve Dayanışma Partisi, ÖDP), Emek Partisi (EMEP) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi çok sayıda parti CHP’ye yöneldi ve geçtiğimiz yılki yerel seçimlerde CHP’nin çeşitli belediye başkanı adaylarını destekledi.

Benzer şekilde Erdoğan’a karşı “kötünün iyisi” olarak CHP’yi destekleyen Kürt milliyetçisi Halkların Demokratik Partisi (HDP), konuya ilişkin geçtiğimiz yıl parti tutumunu ilan ettiği bir açıklamada, “Kıbrıs adası çevresindeki tüm doğal zenginlikler Kıbrıs’taki Türk ve Rum halklarının ortak kaynaklarıdır ve bu kaynaklardan eşzamanlı ve birlikte yararlanılmalıdır,” diyordu. Kıbrıslı Rum ve Türk tarafları arasında görüşme önerilerinde bulunan HDP, “siyasi, diplomatik, hukuki diyalog kanallarının sürekli açık tutulması” çağrısı yapıyordu.

HDP’nin tavrı, Kürt burjuva milliyetçiliğinin iflasına örnek oluşturmaktadır. HDP’nin Suriye’deki müttefikleri Amerika, Fransa ve diğer emperyalist güçlerin vekilleri işlevi görürken, parti, Türkiye içinde, AB yanlısı ve Kürt halkının demokratik haklarına düşman olan CHP gibi gerici burjuva partileriyle ittifak kurma peşinde koşuyor. Bu politikalar, HDP’nin uluslararası işçi sınıfına doğru bir yönelimi reddetmesini yansıtmaktadır: HDP’nin yöneldiği farklı emperyalist ve kapitalist güçler birbirleriyle savaşa doğru ilerlediği için, tüm diplomatik kanallar açık tutulsa bile, savaş gerilimi tırmandığında HDP’nin önerecek hiçbir şeyi yoktur.

Fransa’da, Stalinist Fransız Komünist Partisi tarafından desteklenen Jean-Luc Mélenchon’un Boyun Eğmeyen Fransa’sı (LFI) ve Yeni Anti-Kapitalist Parti (NPA), Yunanistan-Türkiye çekişmesi konusunda tamamen sessiz kalmayı sürdürüyor. Bu partiler, NATO’nun 2011’de başlattığı Libya savaşını coşkuyla desteklemişlerdi. NPA sözcüsü Olivier Besancenot, Paris’i Libyalı “asiler”i silahlandırmaya çağırma konusunda başı çekmişti. Subaylarla ve polis sendikalarıyla sıkı bağları bulunan LFI, Fransa’da zorunlu askerliğin yeniden uygulamaya konmasını destekleyen, savaş yanlısı bir partidir.

Bu sahte sol çevrelerin, enternasyonalist pozu takınırken işçileri bu milliyetçi örgütlere bağlamaya çalışan unsurlarına özellikle gerici bir rol düşmektedir. Arjantin’deki Partido Obrero’nun (İşçi Partisi, PO) Türkiye’deki kardeş partisi Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) ve Yunanistan’daki kardeş partisi, Savas Michael-Matsas önderliğindeki İşçilerin Devrimci Partisi’nin (EEK) işlevi budur.

Onların işçi sınıfına düşmanlığı, Syriza’nın Ocak 2015’teki aldatıcı seçim vaatlerine verdikleri destekle vurgulanmaktadır. EEK, “KKE’den, Syriza’dan, Antarsya’dan EEK’e ve diğer sol örgütlere, anarşistlere ve otoriterlik karşıtı hareketlere kadar… tüm işçi ve halk örgütlerinin güçlü bir Birleşik Cephesi” çağrısı yapmıştı. Ancak EEK, Syriza’nın kapitalizm yanlısı bir parti olduğunu da biliyordu. Bunun için, seçmenlere bir yandan Syriza’yı destekleme diğer yandan da “kendi önderliklerinden, burjuvaziyle, siyasi kurmaylarla, bütün oportünistlerle ve sermayenin iktidarına aday olanlarla ilişkileri kesmesini talep etme” tavsiyesinde bulunuyordu.

DİP ise, seçimden önce “Syriza’nın başında olduğu işçi sınıfı ve emekçiler kampı… seçimden ne kadar güçlü çıkarsa o kadar sevineceğiz,” diye ilan etmişti.

Bu partilerin Yunanistan-Türkiye anlaşmazlığı üzerine yaptığı ortak açıklama, sahte sol çevrelerin gerici milliyetçi politikasını enternasyonalist renklere boyamaya çalışmaktadır. Söz konusu açıklamada, Yunan ve Türk burjuvazisi, petrol ve doğalgaz zenginliklerinin çoğunu güvence altına almadıkları ve bunun yerine büyük emperyalist güçlerin petrol şirketlerinin sürece dahil olmasına izin verdikleri için eleştiriliyor: “Her iki ülkenin hâkim sınıfları Akdeniz’in zenginlikleri üzerinden yürüttükleri paylaşım mücadelesinin aslan payını kendilerini himaye eden güçlere vadetmektedir. Burada yürütülen kavga Total’in, ENI’nin, Shell’in, BP’nin, Exxon Mobil’in kavgasıdır. Türk ve Yunan emekçi halklarının değil.”

İsrail devletini Akdeniz’deki doğal kaynak zenginliğini Filistin halkından gasp etmekle suçlayan açıklamanın sonunda şu iflas etmiş çağrıda bulunuluyor: “Barış için sınıf savaşını yükseltelim! Esas düşman kendi ülkemizdedir: Emperyalist patronlarına hizmet eden Yunan ve Türk kapitalistleri, burjuva iktidarları ve rejimleri!”

EEK ve DİP, kriz zamanlarında savaş tamtamları çalma ve kendi burjuvazisinin yanında saf tutma konusunda uzun bir geçmişe sahiptir. 2010 yılında İsrail, Gazze’ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine saldırıp olay anında dokuz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını öldürdüğü zaman, DİP, Türkiye, İsrail ve uluslararası işçi sınıfını harekete geçmeye çağırmak yerine Erdoğan hükümetine sesleniyor ve “Savaş gemilerini yollayın, yardım gemilerini İsrail’den geri alın!” diyordu.

EEK’in ve DİP’in perspektifi, bölgedeki kaynakları Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalistler tarafından paylaşılmasıyla yaratılmış yapay devletler arasında bölüştürmektir. Gerçekte ise, bölgedeki ulus devletlerin sınırlarının izini sürmek nasıl imkânsızsa, bölgedeki kaynakları kendi karmaşık ve iç içe geçen etnik grupları arasında barışçıl bir şekilde bölüştürmek de olanaksızdır. Bölge ve zenginlikleri, eski sömürge veya yarı sömürge burjuvazilerinin kaçınılmaz olarak tabi bir rol oynadıkları emperyalist savaşlarla paylaşılmaktadır.

İşçi sınıfı, zenginlikleri ve bölgeyi burjuvazi yerine ulus devletler arasında paylaştırma ve kapitalist sınıfı ulusal çıkarları diğer ülkelere karşı yeterince iyi savunmadığı için eleştirme gibi umutsuz ve gerici bir görevi üstlenemez. EEK ve DİP tarafından ileri sürülen bu iflas etmiş perspektif, her halükarda, hızla Syriza’nın ve CHP’nin perspektifine doğru kayar. Bu, Yunan ve Türk donanmaları petrol ve doğalgaz zenginliklerini bölüşmek için Akdeniz ve Ege’de karşı karşıya gelirken, işçileri söz konusu zenginlikler adına yabancı düşmana karşı savaşmak üzere harekete geçirmek demektir.

Sosyalizm uğruna ve savaşa karşı uluslararası bir işçi sınıfı hareketi için

Yunanistan’daki ve Türkiye’deki işçilerin ve askerlerin birbirlerine düşman olmaya yazgılı oldukları şeklindeki gerici yalan reddedilmeli ve buna karşı çıkılmalıdır. Akdeniz’de savaşa karşı mücadele ve üretici güçlerin akılcı bir şekilde geliştirilmesi, işçi sınıfının önüne şu görevi koymaktadır: Avrasya ve dünya tedarik zincirlerinin kontrolünü mali aristokrasi tarafından örgütlenen yağmadan ve anarşiden çekip almak. Ancak bu büyük mücadele, ulus devlet sisteminden ve bütün burjuva ve küçük burjuva partilerinden amansızca kopmayı gerektirmektedir.

Troçki, hem Ekim Devrimi’nin hem de Sovyetler Birliği’nin ve Komünist Enternasyonal’in kuruluşunun temelini oluşturan perspektifi açıkladığı 1929 tarihli Sürekli Devrim adlı eserinde şöyle yazıyordu:

Sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanması düşünülemez. Burjuva toplumunun krizinin temel nedenlerinden biri, onun tarafından oluşturulmuş olan üretici güçlerin artık ulus devlet çerçevesiyle bağdaşmamasıdır. Buradan, bir yandan emperyalist savaşlar; öte yandan ise burjuva Avrupa Birleşik Devletleri ütopyası çıkar. Sosyalist devrim ulusal alanda başlar, uluslararası arenada gelişir ve dünya sahnesinde tamamlanır. Böylece sosyalist devrim, sözcüğün yeni ve daha geniş anlamında bir sürekli devrim haline gelir; o ancak, yeni toplumun gezegenimizin tamamında nihai zafere ulaşmasıyla tamamlanacaktır.

Şimdi sıra, üretimin küreselleştiği otuz yıldır muazzam biçimde güçlenmiş olan uluslararası işçi sınıfındadır. 1980’den beri sadece sanayi işçi sınıfı, aşağı yukarı 250 milyondan yaklaşık 1 milyarlık bir nüfusa ulaşarak, hemen hemen dörde katlanmıştır. İşçi sınıfının nüfusu 1980 ile 2020 arasında toplamda 1,2 milyar kişi büyümüştür. Kırdan yüz milyonlarca insan iş bulmak için şehirlere göç ederken, köylülerin küresel emek gücü içindeki payı, 1991’de yüzde 44 iken bugün yüzde 28’e düşmüştür.

Önümüzdeki yüzyıl içinde sadece Afrika’da 1 milyardan fazla insanın işçi sınıfı saflarına dahil olması beklenmektedir. Fransız burjuvazisinin özellikle eski Afrika sömürgelerindeki patlayıcı grevlerden ve protestolardan duyduğu korku, 2050 yılına kadar dünya genelinde Fransızca konuşan nüfusun yüzde 85’inin Afrika’da olacağına, onların da büyük kısmının Sahra Altı Afrika’nın hızla sanayileşen ülkelerinde yaşıyor olacağına dair tahminlerle bağlantılıdır. Bu, Fransa’nın bugünkü 66,5 milyonluk ve 2050 için tahmin edilen 74 milyonluk nüfusuna kıyasla, Afrika’da Fransızca konuşan toplamda 700 milyondan fazla bir nüfus demektir.

Sınıf mücadelesinde 2018’den beri yaşanan uluslararası patlama, kapitalizmin ürettiği sarsıcı düzeydeki toplumsal eşitsizliğe ve ordu-polis şiddetine yönelik patlayıcı siyasi öfkeyi yansıtmaktadır. Onlarca eski sömürgeyi ve yarı sömürgeyi de kapsayan kitlesel protestoların ve sınıf mücadelelerinin patlak vermesi, uluslararası işçi sınıfının yanı sıra 21. yüzyıl sanayisi ve ekonomisi eliyle yaratılmış üretici güçlerin giderek artan gücünü de göstermektedir.

Akdeniz çekişmesinin gündeme getirdiği büyük görev, uluslararası işçi sınıfının devasa güçlerinin emperyalist savaşa ve kapitalizme karşı sosyalizm mücadelesinde birleştirilmesidir. İleriye giden yol, AB’ye ve Lozan Antlaşması’nın çözümüne karşı bir dünya sosyalist federasyonunun parçası olarak Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri ve Ortadoğu Birleşik Sosyalist Devletleri uğruna devrimci mücadeleden geçmektedir. Bu, her ülkedeki kapitalist sömürücülerle ulusal dayanışma yönündeki küçük burjuva çağrılara karşı her noktada diğer uluslardan işçilerin mücadeleleriyle devrimci sınıf birliğini ilerletmek anlamına gelir.

Son iki yılın sınıf mücadelesi, Ekim Devrimi’nin ve 20. yüzyılın büyük dersini bir kez daha doğrulamıştır: işçi sınıfı, kapitalizme ve emperyalist savaşa karşı uluslararası bir örgütü ve devrimci stratejiyi kendiliğinden grevler ve protestolar yoluyla geliştiremez. Her ülkede işçileri burjuva savaş çığırtkanlarının arkasında toplamaya çalışan küçük burjuva partilerine karşı enternasyonalizm ve sosyalizm uğruna mücadele, ancak bilinçli olarak yürütülebilir. Bu ise işçi sınıfı içinde devrimci bir siyasi önderliği gerektirir. Stalinist ve burjuva milliyetçi partilerin onlarca yıldır teşvik ettiği egemen milliyetçi yönelimden kopma mücadelesine, yalnızca Troçkist hareket önderlik edebilir.

Bu, işçi sınıfının gelişmekte olan hareketini dünya çapında bir sosyalizm hareketinde birleştirmek için DEUK’un Ortadoğu’da, Avrupa’da ve dünya genelinde şubelerinin inşa edilmesini zorunlu kılmaktadır. DEUK, destekleyicilerini ve Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin okurlarını, kendisiyle bağlantıya geçmeye ve DEUK’u işçi sınıfının savaşa karşı mücadeledeki uluslararası devrimci önderliği olarak inşa etmek üzere mücadele etmeye çağırır.

Loading