Putin’in Tucker Carlson’a verdiği röportaj: Rus oligarşisi emperyalizmle “barış içinde bir arada yaşama”yı istiyor

Amerikalı gazeteci ve aşırı sağın önde gelen ‘isimlerinden Tucker Carlson’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı iki saatten fazla süren röportaj 9 Şubat’ta yayınlandı. Kamuoyunun medya propagandasına duyduğu yoğun güvensizliğin ve Ukrayna’daki savaşa ilişkin endişelerin bir işareti olarak, röportaj büyük ilgi gördü ve sadece YouTube’da 18 milyondan fazla izlendi. Bu nedenle, Vladimir Putin’in görüşlerini daha yakından analiz etmek, onun iflas etmiş politikalarını teşhir etmek ve bunların Putin’in somut örneği olduğu Rusya’nın egemen oligarşisinin maddi çıkarlarını, sosyal psikolojisini ve tarihsel kökenlerini nasıl yansıttığını açıklığa kavuşturmak gerekiyor.

Tarihe karşı mitoloji

Putin röportaja Rusya’nın tarihi ve Ukrayna’nın kökenleri üzerine yarım saatlik kurgusal bir söylevle başladı. Putin, kendisini güncel meseleler ile tarihi olaylar arasındaki bağlantıya kafa yoran ciddi bir düşünür olarak sunma çabasına rağmen, başardığı şey kendisini gülünç duruma düşürmek oldu. Tucker Carlson, röportaj yaptığı kişinin Batı medyasında tasvir edildiği gibi müthiş bir stratejist, hatta “şeytani bir dahi” olmadığı çok açık bir şekilde ortaya çıkınca kendi utancını gizleyemedi.

Amerikan medyasının ünlülerini göz kamaştırıcı bir bilgelik gösterisiyle etkilemeye çalışan Putin, absürt derecede kendini beğenmiş bir otodidakt izlenimi bıraktı. Rusya Devlet Başkanı kendi düşüncelerinden ne kadar etkilenmiş olursa olsun, Putin’in –Prens Rurik’ten halefi Oleg’e ve torununun torunu Vladimir’e, Cengiz Han’a, Büyük Katerina’ya ve son olarak Kremlin’in bugünkü sakinine kadar– geçmişi incelemesi, ciddi tarihle hiçbir ilgisi olmayan neo-çarcı Slavofil peri masallarının aceleye getirilmiş bir derlemesiydi.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, eski Fox News sunucusu Tucker Carlson'a Rusya'nın başkenti Moskova'da bulunan Kremlin'de bir röportaj veriyor, 6 Şubat 2024. [Photo by Gavriil Grigorov/Kremlin]

Putin anlatısına 862 yılından başlayarak çarlığın “Rusya’nın bin yıllık tarihi” mitini yineledi ve çarlar yönetimindeki Rus İmparatorluğu’nu yüceltti. Gerçek şu ki, Rus ulusu bu sürenin en fazla yarısında var olmuş ve sürekli olarak Avrupa ve Amerika’nın daha ileri kapitalist uluslarının gerisinde kalmıştır.

Putin, Orta Çağ’daki Kiev Rus devletine odaklandı ve onu “Rusya” olarak tasvir etti. Oysa o dönemde ne Ruslar ne de Ukraynalılar kelimenin modern anlamıyla halk ya da ulus olarak mevcuttu. Kiev Rusyası bir ulus devlet değildi, tıpkı Orta Çağ Avrupa’sında ulus devletlerin var olmaması gibi.

Putin, ulus ve halkın her zaman var olan ebedi bir bütün olduğu mitine bağlı kalmaktadır. Modern kapitalist devletleri ortaya çıkaran tarihsel temelli sosyoekonomik süreçler hakkında hiçbir şey anlamayan Putin, Rusya’nın neden tek bir ulus devlet olarak değil de, çoğu çarlık ve Büyük Rus şovenizmi tarafından ezilen birçok farklı milliyeti kapsayan bir devlet olarak geliştiğini açıklamıyor.

Çarlık Rusya’sının “uluslar hapishanesi” olarak anılmasının bir nedeni vardı. Çarlık imparatorluğunda Ruslar nüfusun sadece yüzde 43’ünü, Ukraynalılar ise yaklaşık yüzde 17’sini oluşturuyordu. Lev Troçki’nin Rus Devrimi’nin Tarihi’nde belirttiği gibi:

Devletin açgözlü talepleri ve egemen sınıflar altındaki köylü temelinin zayıflığı, en acı sömürü biçimlerine yol açıyordu. Rusya’daki ulusal baskı, sadece batı değil doğu sınırlarındaki komşu devletlerle de kıyaslanamayacak kadar sertti. Haklarından mahrum bırakılan bu milliyetlerin çokluğu ve mahrumiyetlerinin keskinliği, çarlık Rusya’sındaki ulusal soruna devasa bir patlayıcı güç verdi. [1]

Bunun önemini kabul eden ve birçoğu ulusal azınlıklardan gelen Bolşevikler, “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” savundular. Lenin, Bolşeviklerin ancak bu demokratik talebi savunarak ezilen milliyetlerden kitlelerin desteğini alabileceklerini ve tüm milliyetlerden işçilerin uluslararası birliğini sağlayabileceklerini anlamıştı.

Röportajda Putin, Lenin’i tam da bu tutumundan dolayı kınamıştır. O, SSCB’nin demokratik temellerini zımnen kabul ederek şunları söylüyor:

Açıklanamayan bir nedenden ötürü, Sovyet devletinin kurucusu Lenin, [bu ulusların] SSCB’den ayrılma hakkına sahip olduklarında ısrar etti. Ve yine bilinmeyen bir nedenle, yeni kurulan Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti’ne, o topraklar hiçbir zaman Ukrayna olarak adlandırılmamış olmasına rağmen, orada yaşayan insanlarla birlikte bazı toprakları devretti.

Bu sözler, Putin’i Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin kuruluşu ile ilgili ilerici olan her şeyin düşmanı olarak ifşa etmektedir.

Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde Bolşevikler, diğer ezilen ulusların yanı sıra Ukrayna’nın da kültürel gelişimini teşvik ettiler. Bu, devrimin muazzam demokratik itici gücünü kanıtlıyordu ve Stalinizmin yükselişinden ve 1930’ların teröründen sonra bile, Rusya ve Ukrayna işçilerinin 1941’deki Nazi istilasına karşı Ekim Devrimi’nin kazanımlarını savunmak için birleşmelerinin temel nedenlerinden biriydi.

Stalinizmin Lenin’in milliyetlere ilişkin enternasyonalist ve demokratik ilkelerine ihaneti, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıtılması ve bürokrasinin kapitalizmi restore etmesi sırasında etnik çatışmaların şiddetli bir şekilde patlak vermesine zemin hazırlamıştır. Putin röportajda kayda değer bir itirafta bulunarak “Sovyetler Birliği’nin çöküşü aslında Rus liderliği tarafından başlatıldı,” diyor.

Dünya şimdi bunun sonuçlarına tanıklık ediyor: yüz binlerce Ukraynalı ve Rus’un ölümüne yol açan bir kardeş savaşı.

Putin ve emperyalizmin “hataları”: Rus oligarklar “barış içinde bir arada yaşama” arayışında

Putin’in sözlerinin en çarpıcı yönü, ABD politikalarının belirli ekonomik ve jeopolitik çıkarlara dayandığına dair herhangi bir imadan kaçınma çabasıydı. Biden yönetiminin ve NATO’nun politikaları, üzüntü verici hatalarmış gibi önemsizleştirildi. Putin, kendisinin dostluk ve anlayış çağrılarını Washington’ın neden geri çevirdiğini anlayamıyordu.

ABD’nin savaşı kışkırtmasını güçlü bir şekilde kınamak için sayısız fırsat sunulmasına rağmen Putin şaşkın bir ton benimsedi. Tucker Carlson’ın NATO’nun Rusya’ya doğru genişlemesi, Alman-Rus Kuzey Akım boru hattının bombalanması ve ABD’nin Rusya’yı NATO’ya kabul etmeyi reddetmesi ile ilgili sorusuna Putin “Anlamıyorum” gibi ifadelerle yanıt verdi. Putin’e göre emperyalist güçlerin acımasız politikaları, sadece bir ya da iki liderin “ışığı görmesi” halinde kolayca düzeltilebilecek, neredeyse açıklanamaz bir dizi hatadan ibarettir.

Putin, 1991’den bu yana Rus oligarkların Amerikan egemen sınıfıyla uzlaşmak için nasıl defalarca çaba sarf ettiklerini anlattı. 1991 yılında Rusya’nın “medeni uluslar” tarafından kucaklanmayı beklediğini ancak hayal kırıklığına uğradığını söyledi. NATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasından sonra bile Rusya’nın ittifaka kabul edilip edilmeyeceğini sorduğunu ancak ABD tarafından bir kez daha reddedildiğini anlattı.

Ukrayna’daki çatışmanın dehşet verici sonuçlarına gelince, Putin savaşın kurbanlarına karşı çarpıcı bir kayıtsızlık sergiledi. Rus ve Ukrayna halklarının sözde “birliğinden” bahsetmesine rağmen, hayatını kaybeden tahminen 400.000 Ukraynalıdan hiç bahsetmedi ve son otuz yılda Ukrayna’yı ve diğer birçok bölgeyi harap eden emperyalist politikaların canice niteliğini kınamadı.

Röportajın tamamı iki şeyi göstermektedir: Birincisi, Putin hâlâ emperyalizmle “adil bir anlaşma” umudunu koruyor; ikincisi, verdiği yanıtlar ve röportajın bütünü aracılığıyla, böyle bir anlaşma için müzakereleri başlatmak üzere zemin hazırlamayı amaçlıyor ve ABD egemen sınıfının bazı kesimlerini nihayet “akıllarını başlarına almaya” ve oligarklar ve Moskova ile bir anlaşma yapmaya çağırıyor. Putin’in röportajda belirttiği, “Batı’nın güçlü bir Rusya’dan korktuğundan daha çok güçlü bir Çin’den korktuğu” gerçeği de kuşkusuz bu hesapların bir parçasıdır.

Putin, Rusya’daki kapitalist rejimin Sovyet geçmişiyle sadece ekonomik değil, siyasi ve teorik bağları da tamamen reddettiğini vurgulamaya daima özen gösterir. O, röportajın bir noktasında egemen seçkinlerin “burjuva” karakteriyle övündü.

Ancak geçmişi gösterişli bir şekilde reddetmesinin bir sonucu da, savaş konusunda, Lenin ve Troçki önderliğindeki Bolşevik rejimin emperyalizme karşı verdiği ilk mücadeleyi en ufak bir şekilde bile olsa meşrulaştırabilecek her türlü değerlendirmeden kaçınmasıdır. Bolşevizmin kurucusunun emperyalist savaşların altında yatan dürtüye ilişkin değerlendirmesini ya da Lenin’in kavrayışını tekrarlamaya cesaret edilemiyor:

Sorun şudur: Bir yandan üreti güçlerin gelişimi ile sermaye birikimi arasında, diğer yandan da mali sermaye için ‘nüfuz alanları’ ve sömürgelerin paylaşımı konusundaki mevcut orantısızlığı ortadan kaldırmak için, kapitalist düzen içinde savaştan başka bir araç var mıdır? [2]

Putin Sovyetler Birliği’nin devrimci mirasını reddetse de, kendi jeopolitik anlayışı, 1970’ler ve 1980’lerde Stalinist gizli poliste görev yaparken öğrendiği Stalinist “barış içinde bir arada yaşama” dogmasından büyük ölçüde etkilenmeye devam ediyor.

Stalinist rejim Gorbaçov (1985-1991) yönetiminde kapitalist restorasyona doğru ilerlerken, “emperyalizm” kavramıyla bir Bolşevik uydurması diye alay ediyordu.

David North, Gorbaçov yönetimindeki Sovyet dış politikasına ilişkin bir analizinde şu yorumu yapmıştı:

Emperyalizm ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin esas içeriğinin, farklı devletlerin siyasi liderlerinin öznel tutumları –yani “işbirliği” ve “barış”a duydukları arzu ya da düşmanlık– tarafından belirlendiği fikri, çok daha asli nesnel ekonomik faktörleri göz ardı etmektedir. Teorik temelleri açısından değerlendirildiğinde, bu öznel ve esasen gerici yaklaşım, Stalin ve Buharin’in tek ülkede sosyalizmi inşa etme perspektifini ilk ortaya attıklarından bu yana Sovyet bürokrasisinin politikalarına rehberlik eden aynı metafizik anlayışlara dayanmaktadır. [3]

Görünüşte akıldışı olan bu anlayışların Sovyet bürokrasisinin maddi çıkarları açısından nesnel bir temeli vardı. North bunu şöyle açıklıyordu:

Sovyet hükümetinin dış politikası, dünyadaki tüm diğer rejimlerinki gibi, organik olarak egemen toplumsal seçkinlerin maddi çıkarlarından doğar ve dolayısıyla iç politikasının bir devamıdır. Gerçekten de bürokrasinin temel çıkarları ve tarihi amaçları en yoğun ve açık ifadesini dış politika alanında bulur. Bu nesnel bakış açısından, Mihail Gorbaçov’un dış politikası, Stalinist bürokrasi tarafından perestroyka bayrağı altında sürdürülen kapitalist restorasyon programıyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Bürokrasi Sovyetler Birliği içindeki devlet mülkiyeti ilişkilerinin sistematik olarak altını oymaya çalışırken, dış politikası da SSCB’yi ekonomik olarak dünya kapitalizminin yapısına ve uluslararası işbölümüne entegre etmeyi amaçlamaktadır. [4]

Bunu Putin’in dış politikasına uyguladığımızda, çelişkilerine ve hayal ürünü unsurlarına rağmen, onun, bürokrasinin kapitalizmi restorasyonundan doğan oligarşinin maddi çıkarlarını yansıttığını görüyoruz. Oligarşinin öncelikli kaygısı, emperyalist güçlerle süratle bir anlaşmaya vararak hammaddelerin ve işçi sınıfının sömürüsündeki hayati “ulusal” çıkarlarını korumaktır. Rus oligarşisinin bakış açısına göre, savaş ne kadar uzun sürerse, Rusya, Ukrayna ve başka yerlerde kitlesel bir işçi hareketini kışkırtma riski de o kadar büyük olacaktır. Emperyalizmle doğrudan karşı karşıya gelmekten ya da ülkenin emperyalist güçler tarafından parçalanmaktan ziyade, Rus oligarşisinin en büyük kaygısını işte bu oluşturmaktadır.

Putin rejiminin yöneliminin gerici mantığı, dış politika stratejisinin iki temel bileşeni tarafından vurgulanmaktadır: Birincisi, emperyalizmle “bir arada yaşama” koşullarının yeniden müzakere edilmesinin bir parçası olarak, Rusya’nın ve Avrupa’nın sınırlarını yeniden şekillendirme peşinde koşmaktadır. Röportajda Putin sadece Ukrayna’nın istila edilmesini Lenin döneminde yaratılan sınırlara meşru bir yanıt olarak savunmakla kalmıyor, aynı zamanda diğer ülkelerin, özellikle de Ukrayna ile uzun süredir sınır anlaşmazlıkları olan Macaristan’ın, kendilerine ait olduğunu düşündükleri “toprakları geri alma” hakları olduğunu ısrarla ifade ediyor.

İkinci olarak, rejimin emperyalizmle bir uzlaşmaya varma çabaları, her zamankinden daha açık bir şekilde, emperyalist merkezlerdeki egemen sınıf içindeki aşırı sağcı muhalefete seslenmeye odaklanmıştır. Röportajda Putin bir kez daha Ukrayna’nın “Nazilerden arındırılması”nın savaşın merkezi bir hedefi olduğunu ileri sürdü. Putin, istilayı bu sloganla meşrulaştırarak, işçi sınıfının köklü anti-faşist duygularına ve Sovyet işçi sınıfının Hitler’in saldırganlığına karşı verdiği mücadelenin kolektif hafızasına seslenmeye çalıştı. Ancak Putin’in faşizm konusundaki gerçek tutumu bu röportajda açığa çıkmıştır. İfadesiz bir suratla Putin, faşizmle mücadelenin önemine, aşırı sağın adı çıkmış sözcülerinden Tucker Carlson’a verdiği bir mülakatta vurgu yapmaktadır.

İşçi sınıfı için ileriye giden yol

Putin, çarlık ve Rus Ortodoks mitolojisini yeniden dirilterek ve neo-Stalinist “çok kutupluluk” kavramını savunarak, nihayetinde, 30 yıldır egemen sınıf olan Rus oligarşisinin son derece kırılgan bir sosyal, ekonomik ve siyasi konumda olduğunu göstermektedir. Rejimin aşırı istikrarsızlığı hem dış hem de iç politikalarında açıkça ortadadır.

Putin, emperyalizm Üçüncü Dünya Savaşı’nı kızıştırırken dahi, ideolojik olarak milliyetçiliğe ve aşırı sağa seslenen diplomatik ve askeri manevralarla bir anlaşma sağlamaya çalışıyor. Röportaj bu süreçte önemli bir adım işlevi görmektedir.

İşçi sınıfı bu röportajdan önemli dersler çıkarmalıdır. Bu röportaj, Ekim Devrimi’ne Stalinist ihanetten ve ardından kapitalizmin restorasyonundan doğan oligarşik rejimin siyasi ve tarihsel iflasını ortaya koymaktadır.

İki dünya savaşının acı deneyimi, emperyalizmin bir dünya barışı aracına dönüştürülemeyeceğini göstermektedir. Felaketi önlemek için işçi sınıfı, savaşa karşı tepkisini, emperyalist güçlerin tüm hiziplerine ve Sovyetler Birliği’nin yıkıntılarından ortaya çıkan oligarşilere karşı bağımsız ve enternasyonalist bir temelde formüle etmelidir. Sınırların değiştirilmesini ya da kapitalist ülkeler arasındaki koşulların yeniden düzenlenmesini değil, ulus devlet yapısının ve dünya kapitalist sisteminin ortadan kaldırılmasını hedeflemelidir.

Yapılması gereken, gençler ve işçiler arasında enternasyonalizmin ve Marksizmin, yani Troçkizmin gelenek ve ilkelerine dayanan, savaş karşıtı bir sosyalist hareketin kurulmasıdır. Rusya ve Ukrayna’daki Bolşevik-Leninistlerin Genç Muhafızları’nın, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’ndeki yoldaşlarıyla birlikte gerçekleştirmeye çalıştığı hedef budur.

Dipnotlar

[1] Lev Troçki, History of the Russian Revolution, Cilt 2, 39. Bölüm.

[2] Vladimir İ. Lenin, Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2009), s. 107. Çeviren: Ferit Burak Aydar.

[3] David North, Perestroika Versus Socialism: Stalinism and the Restoration of Capitalism in the USSR, 6. Bölüm, Labor Publications, 1989.

[4] Age., 5. Bölüm.

Loading