David North
Lev Troçki’yi Savunurken

Lev Troçki ve Tarihsel Gerçeğin Savunusu

16 Mart 2012 tarihinde Leipzig Üniversitesi’nde verilen konferans.

Her şeyden önce Partei für Soziale Gleichheit’a beni bu gece; Alman sosyalist işçi hareketinin en önemli tarihi merkezlerinden biri olan Leipzig’te konuşma yapmak üzere davet ettiği için teşekkür ederim. Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda, Sosyal Demokrat Parti (SPD) içindeki sağcı ve oportünist eğilimler parti içinde gitgide daha büyük bir etki gösterirken, Leipziger Volkszeitung partinin Rosa Luxemburg’un önderliğinde gerçek Marksizmin ilkelerini savunan devrimci kanadının en önde gelen gazetesiydi. Bundan yirmi yıl sonra; Nazilerin 1933’te iktidarı ele geçirmesinden önceki kritik yıllarda, Leipzig Almanya’daki Troçkist faaliyetin önemli bir merkeziydi. Alman Troçkistleri, Stalinist rejimin Sovyetler Birliği’nde ve uluslararası alanda izlediği yıkıcı politikalarına karşı Troçki tarafından kurulmuş olan Uluslararası Sol Muhalefet’e bağlıydılar. SSCB’den sürülerek Türkiye’deki Büyükada’da yaşamaya başlayan Troçki, 1931 yılında, Almanya’nın uluslararası durum için bir “anahtar” olduğunu ilan etmişti. Troçki, Nazi Partisi’nin giderek büyüyen gücünün Alman, Sovyet ve uluslararası işçi sınıfına oluşturduğu ölümcül tehdit konusunda uyarıda bulunmuştu. Ona göre bir Nazi zaferi öngörülemeyen boyutlarda bir felakete yol açacaktı. Bu, Batı Avrupa’daki en güçlü sosyalist hareketin sarsıcı bir yenilgisi olacak, barbar bir diktatörlüğün kurulmasına neden olacak ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasına yol açacak bir olaylar zincirini harekete geçirecekti.

Ancak devasa siyasal risklere rağmen, Alman işçi sınıfının iki kitlesel partisi, Sosyal Demokrat Parti ve Komünist Parti (KPD), Hitler’in zafere giden yolundaki tüm engelleri kaldıran politikalar izliyordu. Troçki’nin açıkladığı üzere, Nazi Partisi’nin iktidar yolunun kapatılmasında burjuva devlete bel bağlayan SPD, Weimar rejiminin çürüyen bedenine ümitsizce tutunuyordu. Stalin’den aldıkları talimatlara uyan KPD ise aptalca bir “sosyal faşizm” politikası izliyordu. Yani KPD; işçi sınıfının bir kitle partisi olan Sosyal Demokrasi ile gerici Alman küçük burjuvazisinin partisi olan NSDAP (Naziler) arasında önemli bir fark olmadığını ilan etmişti. Bu temelde, KPD önderleri, Troçki’nin işçi sınıfının iki kitle partisinin Nazi tehlikesine karşı bir birleşik cephe kurulması çağrısını reddettiler.

1931 ile 1933 yılları arasında Troçki, Alman işçi sınıfının siyasal olarak en bilinçli kesimlerini ve sosyalist entelijansiyayı, faşizmin yarattığı büyük tehlikeye ve bir Nazi zaferinin önlenmesine yönelik birleşik bir proletarya mücadelesinin acil zorunluluğuna ilişkin uyandırmaya çalıştı. Troçki’nin Alman faşizmine dair yazdıkları, yirminci yüzyıl siyasi literatürünün en önemli eserleri arasındadır. Ondan başka hiç kimse, Almanya’daki olaylar ve bunların dünya tarihine etkileri konusunda bu kadar önsezi, isabet ve tutkuyla yazmamıştır.

Troçki Ocak 1932’de yazdığı Sırada Ne Var? adlı broşüründe faşizmi şu şekilde tanımlamıştır:

Faşizm yalnızca bir misillemeler, zorbalık ve polis terörü sistemi değildir. Faşizm, proleter demokrasisinin burjuva toplum içindeki tüm unsurlarının kökünü kazıma üzerine kurulu özgün bir hükümet sistemidir. Faşizmin görevi yalnızca Komünist öncüyü ortadan kaldırmak değil, tüm sınıfı zorla dayatılmış bir bölünmüşlük içinde tutmaktır. Bu amaca ulaşmak için, işçilerin en devrimci kesiminin fiziksel olarak ortadan kaldırılması yetmez. Aynı zamanda, bütün bağımsız ve gönüllü örgütleri ezmek, proletaryanın bütün siperlerini yıkmak ve Sosyal Demokrasi ile sendikalar tarafından üç çeyrek yüzyıl boyunca elde edilmiş ne varsa kökünü kazımak gerekir. Son tahlilde Komünist Parti de kendisini bu kazanımlara dayandırmaktadır.[1]

Aynı broşürde Troçki, SPD’nin siyasal iflasını da zekice betimlemiştir:

Kapitalizmi şiddetle sarsan mevcut kriz, Sosyal Demokrasiyi uzun ekonomik ve siyasal mücadeleler sonrasında elde edilen kazanımların meyvelerini feda etmeye zorlamış ve böylece Alman işçilerini babalarının, dedelerinin ve büyük dedelerinin hayat seviyesine düşürmüştür. Reformizmin, tüm fetihlerinin ve umutlarının enkazı arasındaki kokuşmuş çözülüşünden daha trajik ve aynı zamanda daha tiksindirici bir başka büyük tarihsel gösteri daha yoktur. Bu tiyatro, modernizm için yırtınırken kudurmuştur. Bu Hauptmann’ın Dokumacılar oyununu daha sık sahneye koyalım: Bu modern dramaların en modernidir. Ve tiyatronun yönetmeni de ön sıraları Sosyal Demokratlar için ayırmayı unutmasın.[2]

Bu dönemde faşizm konusunda yazılmış hiçbir şey, Troçki tarafından üretilen eserle karşılaştırılamaz. Ünlü gazeteci Kurt Tucholsky, Troçki’nin bin milden daha uzakta sürgünde yaşadığını fakat Almanya’daki siyasal durumu herkesten daha net ve derinden anladığını ifade etmişti. Bertold Brecht; Walter Benjamin ve Emil Hesse-Burri ile olan tartışmasında, Troçki’nin haklı olarak döneminin en büyük Avrupalı yazarı olarak kabul edilebileceğini belirtiyordu.

Fakat Troçki’nin yazıları ve Almanya’daki Troçkistlerin faaliyetleri, Sosyal Demokrat ve Stalinist partilerin ihanetlerinin yol açtığı sonuçların önüne geçemedi. Hitler Ocak 1933’te iktidarı ele geçirdi ve Troçki’nin öngördüğü trajedi geldi çattı.

Bundan otuz yılı aşkın bir süre sonra, 1960’ların siyasal radikalleşme yıllarında Troçki’nin eserleri; Almanya’da faşizmin iktidara gelmesinin nasıl mümkün olduğunu anlamaya çalışan işçi ve öğrenciler için temel okuma metinleri oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğan ben, bu kuşağa aitim ve Lev Troçki’nin eserlerinde yirminci yüzyılın en büyük felaketinin siyasal nedenlerine dair benzersiz bir çözümleme buldum. Troçki’nin yazıları faşizmin zaferinin kaçınılmaz olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Hitler’in iktidara gelişi önlenebilirdi. Faşizm, ne Adorno ve Horkheimer tarafından iddia edildiği gibi “Aydınlanmanın Diyalektiği”nin karşı konulmaz sonucu ne de Wilhelm Reich tarafından iddia edildiği gibi bastırılmış cinselliğin bir ürünüydü. Faşizm, işçi sınıfının siyasal önderliğinin başarısızlığı ve ihanetleri sonucunda iktidara gelmiş, burjuva yönetiminin en barbarca biçimiydi.

Troçki’nin Almanya üzerine yazıları onun olağanüstü siyasi mirasının bir parçasıydı. Troçki’yi ölümünden yetmiş yılı aşkın bir süre sonra bile hız kesmeden devam eden yalanlara ve çarpıtmalara karşı savunmak, kendisinin geçtiğimiz yüzyılın tarihinde oynadığı merkezi rolden dolayı gereklidir. Yirminci yüzyılın ilk kırk yılındaki tüm kritik olaylar, onun hayatı boyunca yaptığı çalışmalara yansımıştır. O, Bolşeviklerin Ekim 1917’de iktidarı ele geçirmeleriyle doruğa ulaşan Rus devrimci hareketinin en önemli şahsiyeti olarak Lenin’in hemen yanındaydı. Ekim Devrimi’ne ilham veren perspektif ve program, Troçki’nin 1905 Rus Devrimi’nden sonra geliştirdiği sürekli devrim teorisine dayanıyordu. 1917 Ekim Devrimi’ni takip eden iç savaşta Troçki Kızıl Ordu’nun komutanı oldu. Kendisinin önderliği altında, Sovyetler Birliği, bütün büyük emperyalist devletler tarafından desteklenen karşıdevrimci güçlere karşı savunuldu.

Troçki, Rusya’daki sosyalist devrimin zaferinde ve savunulmasında belirleyici bir rol oynamıştı. Fakat kendisinin tarihteki yerini her şeyden çok belirleyen, dünya sosyalist devriminin en önde gelen savunucusu ve stratejisti olarak başardıklarıdır. 1905 gibi erken bir tarihten başlayarak Troçki, Rus Devrimi’ni bir dünya devrimi sürecinin parçası olarak çözümlemişti. Herkesten daha önce, Troçki, Rus işçi sınıfının sosyalist bir devrimle iktidara gelme olasılığını öngörmüştü. Fakat Troçki, sosyalizmin Rusya’daki kaderinin, her şeyden ileri kapitalist ülkelerdeki, özellikle Avrupa’daki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki işçi sınıfının zaferine bağlı olduğunda ısrarcıydı. Sosyalist devrim, diyordu Troçki, ilk zaferini ulusal arenada elde edebilir. Fakat onun hayatta kalması ancak devrimin iktidarın ele geçirildiği ulusal sınırların ötesine doğru genişlemesiyle mümkündür. Sosyalizmin nihai zaferi, kapitalizmin dünya ölçeğinde alaşağı edilmesiyle başarılacaktır.

1920’lerde Rusya Komünist Partisinde patlak veren çatışmanın altında yatan temel siyasi mesele, son tahlilde, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası ile 1917’de Lenin ve Troçki önderliğindeki Bolşevik Parti’nin devrimci stratejisinin temellerini oluşturan dünya sosyalist devrimi programı arasındaki ilişki meselesiydi. Ekim 1923’te, Troçki’nin Bolşevik Parti ve Sovyet devleti içinde bürokratikleşmenin büyümesine yönelik eleştirileri Sol Muhalefet’in kurulmasına yol açtı. Bu sadece Sovyet değil, Alman tarihinde de kritik bir aydı.1923 baharında Almanya’da, Fransa’nın Ruhr Bölgesi’ni işgal etmesiyle patlak veren büyük kriz, hızla devrimci bir durumun gelişimine yol açtı. Arka plandaki aşırı enflasyon ve burjuva rejiminin yönelimsizliği ortamında, Alman işçi sınıfının başarılı bir devrimci ayaklanması için görülmemiş bir fırsat ortaya çıkmıştı. Fakat eksik olan şey kararlı bir devrimci önderlikti. Almanya Komünist Partisi’nin bir ayaklanma için hazırlıkları gelişigüzel ve kararsızdı. Troçki’nin parti önderliğindeki siyasi rakiplerinin giderek hakim oldukları Sovyet Komünist Partisi, KPD’ye çelişkili bir tavsiyede bulunmuştu. KPD, ulusal çapta bir ayaklanma planını son anda iptal etti. Bunu takip eden karışıklık sırasında yerel düzeyde kalan ayaklanmalar bastırılmış ve burjuva hükümeti cesaretini toplamıştı. Alman işçi sınıfı hiçbir zaman tam olarak atlatamayacağı bir darbe almış ve bu da Nazi partisinin adeta patlayarak büyümesini kolaylaştıran bir olaylar zincirini harekete geçirmişti.

Almanya’daki yenilgi, Sovyet Komünist Partisi içindeki tutucu bürokratik eğilimleri güçlendirdi. İç savaş sona ererken, aygıt içinde bir konum elde etmenin kişisel güvence ve ayrıcalık sağlamak anlamına geldiği on binlerce memurdan oluşan devlet ve parti bürokrasisi hızla büyüdü. Bu memurlar, Stalin’in Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak hızla artan gücünün toplumsal tabanını oluşturdular. Stalin’in gücünün “sırrı”, giderek büyüyen bürokratlar kastının maddi çıkarlarına gösterdiği hassasiyette yatıyordu. Bu kast, kendi çıkarlarını, dünya sosyalist devriminin yeni merkezinden çok bir ulusal devlet olarak gördüğü Sovyetler Birliği’nin çıkarları ile özdeşleştirmeye başlamıştı. Bürokrasinin gittikçe artan milliyetçi ve tutucu yönelimi, Stalin’in 1924 yılında “tek ülkede sosyalizm” programını açıklamasıyla ifadesini buldu.

Bu program; SSCB içinde sosyalizmin gelişimini –teorik, siyasi ve pratik olarak– uluslararası sosyalist devrimin davasından ayırmayı meşrulaştırıyor ve uluslararası işçi sınıfının çıkarlarının Sovyetler Birliği içindeki egemen bürokrasinin ulusal çıkarlarına tabi kılınmasını onaylıyordu. Bu ayırma, hızla, Troçki’nin sürekli devrim teorisine yönelik sert saldırılara yol açtı. Troçki’nin sosyalizmin SSCB’deki kaderinin onun sınırları dışındaki işçi sınıfının zaferine bağlı olduğuna yönelik ısrarı, her şeyden çok kendi gelirlerini ve ayrıcalıklarını düşünen Sovyet bürokratları için nefret edilesi bir şey haline geldi. Troçki’nin daha sonra otobiyografisinde yazacağı gibi, sürekli devrime yönelik saldırıları, ne yaptığının gayet farkında olan bürokrasinin benmerkezciliği teşvik ediyordu. Dar görüşlü Sovyet memuru, Troçki’yi ve sürekli devrim programını karalarken, “Her şey dünya devrimi için değil. Benim için de bir şeyler olsun,” diye düşünüyordu.

Hiçbir şey, Stalin ile Troçki arasındaki çatışmanın, kişisel iktidar için iki birey arasında yaşanan öznel bir savaştan ibaret olduğu iddiasından tarihsel olarak daha saçma ve siyasal olarak daha savunulamaz değildir. 1920’lerin ortasında Sovyet Komünist Partisi içinde patlak veren mücadele; Stalin önderliğindeki Sovyet bürokrasisinin ulusalcı sahte sosyalizmine karşı Troçki önderliğindeki Sol Muhalefet’in sosyalist enternasyonalizminin birbiriyle uzlaşmaz iki karşıt programı arasındaydı. Bu mücadelenin sonucu, yirminci yüzyılda sosyalist devrimin kaderini ve nihayetinde de Sovyetler Birliği’nin kendi kaderini belirleyecekti.

Sovyet Komünist Partisi’nin programındaki değişikliği başarmak kolay olmadı. Sosyalist enternasyonalizmin fikirleri ve idealleri Sovyet işçi sınıfına derinden işlemişti. Dahası Troçki, ileri Sovyet işçileri ve doğrusunu isterseniz dünyadaki sosyalistlerin zihinlerinde sadece Lenin’in erişebildiği bir saygıya ve prestije sahipti. Buna karşılık, 1920’lerin başlarında hizipsel mücadele başladığında Stalin neredeyse hiç tanınmıyordu. Stalin ve kendisinin partideki ve devlet bürokrasisindeki müttefikleri açısından, devrimci enternasyonalist programdan vazgeçmek için Troçki’nin siyasal nüfuzunun ortadan kaldırılması zorunluydu. Fakat bu, Troçki’nin Ekim Devrimi zaferindeki en önde gelen rolünün inkar edilmesi amacıyla tarihin yeniden yazılması olmadan başarılamazdı. 1923’te başlayan tarihsel tahrifat kampanyasının kökeni ve siyasal kaynağı burada yatmaktadır.

Bize bu akşam ayrılan sürede, bu sinsi tahrifat sürecinin tüm aşamalarındaki gerekli detayları anlatabilmek mümkün değil. Yalanlar, 1917 öncesi devrimci hareket içindeki eski hizipsel tartışmaların çarpıtılmasıyla başladı. Bunu, alıntıların eğilip bükülmesi ve belgelere seçerek yapılan atıflar ile yanlış yorumlamalar izledi. Sovyet basınında Troçki’yeçok şaşırtıcı bir hızla tamamen yeni ve grotesk bir kişilik iliştirildi. Troçki’ye ve çok sayıdaki destekçisine atılan iftiralar, ihraç ve sürgün için zemin hazırladı. Troçki SSCB’den Ocak 1929’da sınır dışı edildi; 1932’de ise resmi olarak yurttaşlıktan çıkartıldı. Sovyetler Birliği içinde Troçkist hareket giderek artan şiddetli baskılara maruz kaldı. Bürokrasinin Troçkizme karşı savaşı, uluslararası sosyalist programın ve kültürün Sovyet işçi sınıfı ve Marksist entelijansiya içindeki bütün temsilcilerine yönelen siyasal soykırım kampanyası için sahneyi hazırlamıştı.

Ağustos 1936 ile Mart 1938 arasında Moskova’da yapılan üç anti-Troçkist duruşma, 1923 yılında başlamış olan amansız tarihsel tahrifat sürecinin doruk noktası olmuştur. Bu duruşmalar sırasında, Bolşevik Parti’nin başlıca önderleri, Stalin’e karşı terör komplosu kurmak, SSCB içinde sabotaj eylemleri düzenlemek ve Almanya ile Japonya’daki faşist rejimlerle haince ittifaklar kurmakla suçlandılar. Tüm yetişkinlik yaşamlarını sosyalizm davasına adamış yaşlı devrimcilerden oluşan bütün sanıklar, isnat edilen en korkunç suçları itiraf ettiler. Fakat bu itiraflar dışında, iddia makamı suçlamaları destekleyecek tek bir kanıt parçası bile gösteremedi.

Çok uzun zaman önce kanıtlandığı üzere, itiraflar, sanıklardan fiziksel ve psikolojik işkence ve ailelerinin tehdit edilmesi yoluyla alınmıştı. Stalin; korkunç Moskova sahnesinde kendilerine biçilen rolü oynamaları durumunda onların ve sevdiklerinin yaşamlarını bağışlayacağına yönelik küçümseyen ve boş sözlerle sanıkların işbirliğini sağlamıştı.

Bundan çok yıllar sonra, 1990’ların başlarında, Ocak 1937’de yapılan ikinci duruşmada sanık olan Mihail Boguslavski’nin kızıyla konuştum. Rebecca Boguslavskaya, babasını Moskova’daki Lubyanka Hapishanesi’nde, duruşmanın başlamasından birkaç hafta önce ziyaret edişini hatırlıyordu. Bir deri bir kemik kalmış ve gözlerinin etrafındaki iri halkalarla Mihail Boguslavski bir hayaleti andırıyordu. Acı çekiyordu ve sandalyesinde huzursuzca hareket ediyordu. Rebecca babasının ciddi şekilde dövüldüğünü ve vücudunu oturduğu yerden kaldırmakta zorlandığını fark etti. Boguslavski kızına baktı ve acı içinde haykırdı: “Benden vazgeçmelisiniz. Benim yaşadığımı bile unutmalısınız.” Rebecca ise, “Senden asla vazgeçmeyeceğim baba,” diye cevap verdi.

Duruşmada Boguslavski daha iyi görünüyordu. Gardiyanlar tarafından yemek verilmişti ve Rebecca onun görüntüsünün iyileştirilmesi için ilaç verildiğini tahmin ediyordu. Fakat Boguslavski, duruşmanın sonuçlanmasından sonraki birkaç saat içinde vuruldu. Rebecca’ya gelince, o da kısa bir süre sonra tutuklandı ve Sibirya’daki çalışma kampında yaklaşık yirmi yıl geçirdi. 1992 yılında, 79 yaşında öldü.

Ağustos 1936’da ilk Moskova Duruşmaları düzenlendiğinde Troçki Norveç’te yaşıyordu. Troçki’nin kendisine karşı Moskova’da yapılan inanılmaz suçlamalara cevap vermesini engellemek için, Sosyal Demokrat Parti’nin kontrolündeki Norveç hükümeti Troçki ile eşi Natalya Sedova’yı ev hapsine aldı. Troçki, Aralık 1936’da Norveç’ten sınır dışı edilerek Meksika bandralı bir gemiye bindirildi.

Meksika’da, Troçki en sonunda Stalinist rejimin suçlamalarına herkesin önünde cevap verebildi. Duruşmaların bir siyasal komplo olarak geçersizliğini ilan etti ve “suçlayıcı pelerini altında gizlenen gerçek suçluları” açığa çıkarmak için bir “uluslararası karşı mahkemenin” düzenlenmesi çağrısında bulundu.

Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde “sol” kamuoyunun azımsanmayacak bir kısmının –burjuva liberallerinin Stalinist partilerle kurduğu “Halk Cephesi” taraftarlarının– Moskova’daki sanıklara isnat edilen suçlamaları itiraz etmeden kabul etmeye çok istekli olduğunu bu noktada hatırlamak gerekir. Kremlin’in yalanlarının ifşa edilmesinin faşizme karşı liberal-Stalinist halk cephesinin altını oyacağından korkan bu kesimler, sanki devrimcilerin yasallaştırılmış bir şekilde cinayete kurban gitmesi faşizme karşı mücadeleye hizmet edebilirmiş gibi, Troçki’nin Moskova duruşmalarına yönelik bağımsız bir soruşturma komisyonu kurulması çağrısına şiddetle karşı çıktılar.

Liberallerin ve Stalinistlerin muhalefetine rağmen, duruşmalara yönelik bir Soruşturma Komisyonu, 1937 baharında, yaşayan en büyük Amerikalı felsefeci John Dewey’in başkanlığında kuruldu. Komisyon Nisan ayında Meksika’ya gitti ve bir haftadan fazla bir süre Troçki’yi aleyhine yapılan tüm suçlamalara ilişkin sorguladı. Troçki’nin ifadesi, kendisinin 1897’de 17 yaşında bir gençken devrimci siyasete girişiyle başlayan, 40 yılı aşkın bir zamana yayılmış faaliyetlerinin ve fikirlerinin savunusundan oluşuyordu.

Komisyon’un Meksika’daki çalışmalarının zirve noktası, şüphesiz Troçki’nin kapanış konuşmasıydı. Troçki, dört buçuk saat boyunca İngilizce konuşmuştu. Bu konuşmanın dünya tarihindeki en büyük belagat örnekleri arasında yer aldığını belirtirken sadece Troçkist bir partizan olarak konuşmuyorum. Metinde bulunabilecek çok sayıda dikkat çekici pasajdan bir tanesinde, Troçki Moskova Duruşmalarının dayandırıldığı yalanların kaynağını ve önemini açıklıyordu. Sovyet rejiminin yalanları sadece Stalin’in hastalıklı kişiliğinin bir ürünü değildi. Daha ziyade, bunlar Stalin’in baş temsilcisi olduğu bürokrasinin maddi çıkarlarından kaynaklanıyordu:

Stalin’in eylemleri ancak; iktidara ve maddi rahatlığa doymayan, konumları için endişe duyan, kitlelerden korkan ve tüm muhalefetten ölümüne nefret eden yeni ayrıcalıklı sosyal tabakanın varlık koşullarından yola çıkarak anlaşılabilir.

Bizzat bürokrasinin kendisini sosyalist olarak adlandırdığı bir toplumda, ayrıcalıklı bir bürokrasinin konumu sadece çelişkili değil aynı zamanda düzmecedir. Tüm çıplaklığıyla bütün toplumsal yalanları ortaya koyan Ekim’in tersine çevrilişinden, yeni zenginler kastının kendi toplumsal ahlak bozukluğunun üstünü örtmeye zorlandığı bugünkü duruma atlanış ne kadar hız kazanırsa, Thermidorcu yalanlar o kadar kaba olmaktadır. Sonuç olarak bu, sadece şu ya da bu kişinin bireysel ahlak bozukluğu meselesi değil ama yalan söylemenin kendisi için hayati bir siyasi zorunluluk haline geldiği bütün bir toplumsal grubun konumuna yerleşmiş bir yozlaşma meselesidir.[3]

Burada, sadece Moskova Duruşmalarının yalanlarını değil, daha genel olarak tüm tarihsel tahrifatın önemini anlamak için bir anahtar bulunmaktadır. Çok iyi bilinen bir deyiş vardır: “Eğer geometrik aksiyomlar maddi çıkarları etkiliyorsa, onları çürütme yönünde bir girişimde bulunulur.” Benzer şekilde, egemen sınıf tarihsel kayıtları toplum içindeki hakim konumunun meşruiyetine bir tehdit olarak gördüğü ölçüde, çarpıtmalara ve sınırsız tahrifata başvurmak zorundadır. Stalinist bürokrasi, Ekim Devrimi’nin ilkelerine ihanetini örtbas etmek ve sosyalizmin gerçek hedefleri ile ayrıcalıklı bir kast olarak bürokrasinin kendi maddi çıkarlarını savunması arasındaki her zamankinden daha çok göze batan çelişkileri gizlemek için en utanmaz ve iğrenç yalanlara başvurmuştur.

Tarihsel tahrifatın nesnel önemine ve toplumsal işlevine ilişkin bir kavrayış, bizim son derece önemli bir soruya cevap bulmamıza imkan sağlar: Neden bizler hâlâ Lev Troçki’nin tarihsel rolüne ilişkin yalanların hakkından gelmek zorunda bırakılıyoruz? Dewey Komisyonu’nun, Troçki’nin kendisine isnat edilen tüm suçlardan masum olduğunu ve Moskova Duruşmalarının bir komplo olduğunu kesin bir dille ilan ederek çalışmalarını sonuçlandırmasının üzerinden yetmiş beş yıl geçti. Sovyet Başkanı Nikita Kruşçev’in, Komünist Parti’nin 20. Kongresi önünde, Şubat 1956’da yaptığı o ünlü “gizli konuşmasında” Stalin’i bir suçlu olarak kınayıp tüm Moskova Duruşmalarının yalanlara dayandığını kabul etmesinin üzerinden elli altı yıl geçti. Troçki’nin Stalinist bürokrasiye karşı verdiği ölüm kalım mücadelesinin haklılığını kanıtlayan bir olay olan Sovyetler Birliği’nin dağılışının üzerinden ise yirmi yıl geçti. Troçki, Stalinizme karşı mücadelesinin, Sovyetler Birliği’ni bürokratik rejim tarafından yıkılmaktan kurtarmak için siyasi olarak zorunlu olduğunu savunmuştu.

Troçki’nin büyük bir tarihsel figür olduğu apaçıktır. İktidarı kaybettikten sonra bile, yazdıklarıyla muazzam bir etki yaratmaya devam etmişti. 1940 Ağustos’undaki suikast bile, bürokrasiyi uluslararası Troçkizm hayaletinden kurtaramamıştı. Isaac Deutscher’in üç ciltlik biyografisinin yayımlanması, Troçki’ye yönelik dünya çapında bir ilginin yeniden doğmasına yol açtı. Sovyet bürokrasisinin hiç dinmeyen Troçki korkusunun bir göstergesi de, Stalinist rejim tarafından öldürülen tüm Bolşevik devrimciler arasında itibarı asla iade edilmeyen tek kişinin Troçki olmasıydı.

Troçki’nin siyasal amaçlarının niteliği göz önüne alındığında, kendisinin yoğun biçimde tartışmalı bir figür olması beklenecektir. Ama faaliyetlerinin ve fikirlerinin entelektüel olarak en özenli çalışmaları hak ettiği konusunda herhangi bir soru söz konusu olabilir mi? Fakat olan bu değilse; bunun yerine son on yıldır yalanlar kampanyasının yeniden doğuşuna ve şiddetlenmesine tanık oluyorsak, onun hayatının neredeyse her yönünün amansızca tahrif edilmesini harekete geçiren siyasal ve toplumsal ihtiyaçları açığa çıkarmak ve açıklamak bir zorunluluktur.

Troçki karşıtı kampanyanın, devinimini, tarihsel ve siyasal nitelikte birbiriyle ilişkili iki etkenden aldığını düşünüyorum. İlk olarak tarihsel etkene bakalım. Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin çöküşü ve SSCB’nin dağılışı bir burjuva zafer gösterisi taşkınlığına yol açtı. 1989 öncesinde, Stalinist rejimlerin yıkılmaya doğru gittiklerine yönelik tahminler sadece Troçkist yayınlarda bulunabilirdi. Tek bir önde gelen burjuva tarihçisi ya da gazetecisi bile Doğu Avrupa ve Sovyet rejimlerinin dağılışını beklemiyordu. Fakat rejimler artık ortadan kalkar kalkmaz, burjuva politikacıları, akademisyenler ve gazeteciler bunların çöküşünün kaçınılmaz olduğunu ilan ettiler. 1991’de SSCB’nin dağılması, 1917 Ekim Devrimi’nin başından itibaren buna mahkum olduğunu “kanıtlamıştı.” 1917 sosyalist devrimi en başından itibaren sadece tek bir yönde ilerleyebilirdi: kapitalizmin restorasyonu. Bunun bir yüzyılın yaklaşık dörtte üçünü kapsayan bir süreçte açığa çıkmış olması, sonucun kaçınılmazlığının doğru olup olmadığını sorgulatmadı. Başka türlü hiçbir gelişme mümkün değildi. Stalinist rejim Ekim Devrimi’ne bir ihanet değildi. 1917 olaylarının yarattığı, kaçınılmaz bir tarihsel çıkmaz sokaktı ve bundan tek çıkış yolu da kapitalizmin restorasyonuydu.

Sovyet tarihinin bu mekanik yorumu; SSCB’nin farklı, totaliter olmayan ve sosyalist bir evrimine ilişkin her türlü olasılığı reddetmeyi gerektiriyordu. Hiçbir alternatif gelişme yolu dikkate alınmamalıydı. Troçki’ye yönelik yaklaşımı işte bu düşünce belirlemiştir. Kendisinin Stalinizme karşı verdiği mücadele tamamen göz ardı edilmese bile en aza indirilecekti. Hiçbir anlatıda kendisi Stalin’e geçerli bir alternatif olarak sunulmayacaktı.

Fakat yeni yüzyıla girerken, Troçki’nin Stalinizme bir alternatif olarak öneminin inkar edilmesini talep eden tarihi konular yeni siyasal kaygılarla birleşti. SSCB’nin dağılmasıyla zafer coşkusu yirminci yüzyıl sona ererken yok olmaya başlamıştı. 1998 yılında Asya kriziyle başlayan ekonomik şoklar, SSCB’nin sonunun kapitalizmin kendine içkin köklü hastalıklarını tedavi etmediğini çok net bir şekilde ortaya çıkardı. İşçi sınıfının geniş kesimlerinin yaşam koşulları, 2008 çöküşünden bile önce, yirminci yüzyılın son on yılında ve yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında giderek kötüleşmişti. Giderek kötüleşen ekonomik koşulların arka planında; 11 Eylül olaylarının ardından emperyalist yönetici seçkinlerin “teröre karşı savaş” şeklinde kurumsallaşan ve giderek dizginlenemez hale gelen militarizmi devamlı artan halk muhalefetiyle karşılaştı. Toplumsal gerginliklerin her zamankinden daha belirgin hale gelmesiyle birlikte, Zbigniew Brzezinski gibi burjuva stratejistleri, iyi eğitimli ama düzgün bir iş ve ekonomik güvence bulamamaktan dolayı hoşnutsuz gençliğin hızla büyüyen küresel nüfusunun potansiyel devrimci etkilerine dair uyarılarda bulunmaya başladılar.

Bu belirsiz koşullarda burjuvazi, Troçki’nin –on yıllar boyunca örtbas edilmiş olan– eserlerinin radikalleşmiş gençlik için birdenbire önemli bir okuma kaynağı haline geldiği 1960’ların siyasal atmosferini yeniden hatırladı. Yeni yüzyılın çok daha belirsiz ekonomik ortamında, işçiler ve gençler kapitalizme alternatifler aramaya başlarken, Troçki’nin devrimci mücadeleye giren yeni kuşağa yeniden teorik ve politik yön ve ilham vermesi gibi bir tehlike yok muydu? Nihayet, burjuva çıkarlarının akademik muhafızları Troçki’nin lanet kitaplarının kaçının basıldığını soruyordu. Rus Devrimi’nin Tarihi, İhanete Uğrayan Devrim ve hepsinden kötüsü, Troçki’nin büyüleyici otobiyografisi Hayatım. Troçki’nin edebi şaheserindeki devrimci anlatıya karşı çıkmak için ne yapılabilirdi?

Yeni önleyici savaş çağı yeni bir edebi tarz üretti: önleyici biyografi! Beş yıldan biraz fazla bir zaman zarfında, Troçki’nin bu şekilde üç tane önleyici biyografisi yayımlandı. Profesör Ian Thatcher tarafından yazılan ilk biyografi 2003 yılında yayımlandı. Profesör Geoffrey Swain’in kaleme aldığı ikinci biyografi 2006 yılında çıktı. Bu iki kitaba da 2007 yılında basılan uzun bir cevap yazdım. İki Britanyalı tarihçinin büyük ölçüde Stalinistler tarafından uydurulmuş eski yalanlara dayanan kaba tahrifatını detaylıca teşhir ettim. Britanya akademisinin Troçki karşıtı girişimlerini susturmuş olduğuma ilişkin bütün umutlarım çok geçmeden boşa çıkarıldı. Robert Service’in yazdığı biyografi 2009 yılında yayımlandı.

Böylece kendimi Troçki’yi karalamayı amaçlayan bir diğer kitaba kapsamlı bir reddiye yazmakla yükümlü buldum. Thatcher’ın ve Swain’in biyografilerine yaptığım daha önceki tahlillerimle ve Troçki’nin eserlerinin günümüzle olan ilgisini açıklamaya çalıştığım diğer iki kısa makaleyle beraber, Service’e yönelik eleştirim Lev Troçki’yi Savunurken başlıklı kitapta yayımlandı. Thatcher’ın, Swain’in ve Service’in eserlerine ilişkin reddiyemi detaylıca yeniden ele almama gerek yok. Çabalarımın niteliğinin ve tutarlılığının, tarihçi Bertrand Patenaude tarafından yazılan ve geçtiğimiz Haziran ayında The American Historical Review’da yayımlanan uzun bir değerlendirme yazısıyla kanıtlandığına inanıyorum.

Profesör Patenaude, Service’in biyografisini “ısmarlama yazı yazan yazar işi” olarak tanımlamamı açık bir biçimde onaylıyordu. Dahası, 14 seçkin Avrupalı tarihçi tarafından Suhrkamp yayınevine yazılan ve benim Service’in kitabını ifşa etmemi onaylayarak kitabın Almancasının basılmasına karşı çıkan bir açık mektubu memnuniyetle karşılıyorum. Önde gelen 14 tarihçinin kendilerini Service’in kitabının yayımlanmasını protesto etmek zorunda hissetmesi, Service’in çalışmasının düpedüz dehşet verici karakterini kesin olarak kanıtlamaktadır.

14 seçkin tarihçinin yazdığı açık mektubun Robert Service’in itibarını fazlasıyla zedeleyeceği ve hiçbir tarihçinin Service’i desteklemeyeceği düşünülebilir. Nihayetinde Service’in biyografisine yapılan temel suçlama, onun akademinin en temel ilkelerini ihlal ettiğiydi. Çok sayıda olgusal hata vardı. Herhangi bir belgeye dayanmayan iddialar ileri sürmüştü. Troçki’ye ait olmayan fikirleri ve tavırları, hatta Troçki’nin gerçekte yazdığının tam tersi olan şeyleri ona mal etmişti. Buna ek olarak tarihçiler, Service’in Troçki’nin Yahudi atalarını ele alış biçiminin, Troçki’ye karşı sıklıkla kullanılan antisemitik klişeleri ve iftiraları meşrulaştırma eğilimi gösterdiğine yönelik itirazlarımla da hemfikirlerdi.

Dahası Suhrkamp, tarihçilere cevap vermemekle birlikte, Service’in kitabını inceleyerek en göze batan maddi hataları düzeltmesi için “dışarıdan bir uzman” tuttu ve kitabın basımını erteledi. Bu şekilde, Suhrkamp, bir yayıncılık faciası olabilecek bir enkazı adeta bir plastik cerrahi operasyonuyla kurtarmaya girişiyor. Fakat karşılaştığı sorunun inatçı doğası, Suhrkamp’ın web sitesine yüklenen Service’in kitabının tanıtımında kendini belli ediyor. Suhrkamp, Troçki’nin “1879 yılında güney Ukrayna’da Lev Davidoviç Bronştayn adıyla doğduğunu” yazıyor. Fakat bu cümle, Service’in, Troçki’nin ilk isminin Leiba olduğu ve kendisinin gençliği boyunca bu Yidiş ismiyle anıldığı iddiasıyla çelişmektedir. Biyografinin İngilizce basımının ilk 40 sayfasında Service, genç Troçki’ye sadece “Leiba” olarak hitap eder. Bundan sonra Service, ancak on sekiz yaşına girdikten sonra genç Bronştayn’ın, devrimci hareketteki yoldaşları gibi kulağa Rusça gibi gelen bir isme sahip olmak için Lëva ismini kullanmaya karar verdiğini iddia eder. Troçki’nin ismindeki bu değişikliğin önemini vurgulamak için Sevice, bu ismin, “Anlamsal olarak Yidiş ismi olan Leiba ile hiçbir alakası yoktu…” diye yazar.

Daha önce zaten uzun uzun açıkladığım gibi, bu hikaye tamamen Service’in uydurmasıdır. Troçki’nin ilk ismi Lev’di ve kendisi çocukluğundan beri bu isimle ya da bunun küçültme eki almış hali olan Lyova olarak bilinirdi. Ne var ki, Leiba isminin genç Troçki’ye yanlış bir şekilde yüklenmesi Service’in biyografisinde önemli bir yer tutar. İlk olarak, Troçki’nin Yahudi kimliğini kendisinin antisemit karşıtları tarafından sıklıkla kullanıldığı biçimiyle abartmasına hizmet eder. İkinci olarak Service, Troçki’nin kendi gerçek ismini gizlemeye çalışmasının, hem Yahudi kökenlerini önemsiz gösterme çabasının tekrar eden bir örneği hem de Troçki’nin otobiyografisinde kendisi tarafından ortaya çıkartıldığını ileri sürdüğü önemli yanlışlıklardan biri olduğu iddiasındadır.

Fakat Service’in Leiba ismini genç Troçki’ye atfederek içine düştüğü hata Suhrkamp tarafından tutulan uzman tarafından düzeltilmiş görünüyor. Böylelikle çok ilginç bir yazınsal paradoksla karşı karşıya kalıyoruz. Service’in biyografisinin ana kahramanı İngilizce basımında bir isimle ve Almanca basımında bundan oldukça farklı bir diğer isimle ortaya çıkıyor!

Suhrkamp’ın web sitesi Service’in biyografisinin Temmuz ayında yayımlanacağını belirtiyor. Fakat 14 tarihçinin açık mektubu ve kitabın yayımlanmasının uzunca bir süre ertelenmesi, sağcı çevreleri ve Marksizm karşıtı tarihçilerin bir kesimini telaşa düşürmüş durumda. Aşırı sağcı gazete Junge Freiheit, Troçki’nin herhangi bir şekilde olumlu gösterilmesini reddeden bu eseri överek Service’in imdadına yetişti. Gazete, Service’in Londra’daki kitap tanıtım toplantısında sarf ettiği “buz baltasının hakkıyla yerine getiremediği onun canına okunması işini, sanırım ben becerebildim,” ifadesini “havalı bir yorum” diyerek övüyor.

Service’in Junge Freiheit’in sayfalarında savunuluyor olması çok da şaşırtıcı değildir. Bundan daha ilgi çekici olan, Neue Zürcher Zeitung’un sayfalarında da Service’i destekleyen iki makalenin çıkmış olmasıdır. Bunların yazarı, St. Gallen Üniversitesi’nden genellikle tarih, felsefe, edebiyat ve kültür üzerine yazan Profesör Dr. Ulrich M. Schmid’tir. Kendisinin üniversitenin web sayfasında yer alan özgeçmişinde 600 makale yazdığı belirtilmektedir ki bu oldukça şaşırtıcı bir rakamdır. Yazıları sıklıkla Neue Zürcher Zeitung’da yayımlanmaktadır.

Neue Zürcher Zeitung’da yayımlanan konuyla ilgili ilk yazı 28 Aralık 2011 tarihlidir. Yazının başlığı, az çok tahmin edilebilir niteliktedir: “Stalin’e Alternatifi Yok.” Yazı, Troçki’nin 68 kuşağı tarafından Stalin’e geçerli bir alternatif olarak görülmesinden şikayet ederek başlar:

Eğer Lenin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin başına geçen kişi Stalin değil de Troçki olsaymış –iddia o ki– sosyalist toplum deneyimi insanlık dışı bir diktatörlüğe dönüşmeyecekmiş.

Birçok Batılı sosyalist, Troçki’nin entelektüel parlaklığının kendi gözlerini kör etmesine izin vererek onun Stalin’e düşmanlık duymasından dolayı hemen Troçki’nin insani bir sosyalizm idealiyle harekete geçtiği sonucuna varmaktadır.

Service’in yaklaşımını takip eden Schmid, bu olumlu Troçki görünümünü çürütmeye çalışıp onu her türlü kötülüğü yapmaya müsait bir tür canavar olarak tasvir etmeye kalkar:

Savaş komiseri olarak kariyerinin başından itibaren Troçki bütün canavarlığını göstermiştir. Çarlık subaylarının itaatini, ailelerini rehin alarak sağlamıştır.

Troçki’nin bir askeri komutan olarak yaptıklarının bu kadar öfkeyle suçlanmasını okuyunca, insanın, nerdeyse Troçki tarih sahnesine çıkana dek iç savaşların; karşıt tarafların birbirlerine karşılıklı muhabbet ve kusursuz bir saygı ile davrandığı kansız ve şiddet içermeyen olaylar olduğuna inanası geliyor. Fakat hepimizin bildiği gibi tarih farklı bir hikaye anlatmaktadır. Ancak Schmid, Troçki’nin yaptıklarını, bunları açıklayabilecek ve hatta haklı gösterebilecek daha geniş bir tarihsel bağlama yerleştirmekten kaçınmayı tercih etmektedir.

Sovyet rejimini karşıdevrimci güçlere karşı savunduğu 1918-1921 yılları arasında Troçki bir Bolşevik yenilgisinin olası sonuçlarını çok iyi biliyordu. Kendisi, Paris Komünü’nün Mayıs 1871’de bastırılmasını takip eden olayların hâlâ canlı anılarını taşıyan bir devrimciler kuşağına aitti. Komün’ün yenilgisini takip eden hafta, burjuva rejimin komutası altındaki muzaffer Ulusal Muhafız, 30 bin ile 50 bin arasında işçiyi katletmişti. Burjuva rejiminin başkanı Adolph Thiers, komün üyelerine dair şunları söylemişti: “Toprak yere saçılmış cesetleriyle dolu. Belki bu korkunç manzara bir ders olur.”

Fakat Troçki’nin karşıdevrimin zafere ulaşması halinde Bolşevik rejimin ve Sovyet işçi sınıfının başına neler geleceğini hatırlaması için Paris Komünü örneğine ihtiyacı yoktu. Bolşevikler ile işçi ve köylü kitleleri 1905 Devrimi yenilgisini izleyen toplu kıyımı çok iyi hatırlıyorlardı. Çarlık rejimi, ordusunu, halkın devrime açık destek verdiği şehirler ve köyler üzerine cezalandırma seferine çıkartmıştı. On binlerce insan çarlık birlikleri tarafından soğukkanlılıkla öldürülürken, yaşadıkları şehirler ve köyler de yakılıp yıkılmıştı.

Schmid de Service gibi, hiç de önemsiz olmayan bir olgudan bahsetmemektedir: Ekim Devrimi, arka planda 1914 yazında başlamış olan Birinci Dünya Savaşı’nın olduğu bir ortamda gerçekleşmiştir. Bolşevikler iktidara geldiklerinde, yaklaşık 1,7 milyon Rus askeri anlamsız bir kıyımda hayatını kaybetmişti. Bundan milyonlarca fazlası da, bir tarihçinin dediği gibi, “Avrupa’da Otuz Yıl Savaşı’ndan beri yaşanan en geniş çaplı kültürel yıkımı ve toplu katliamı ortaya çıkaran” bir çatışma olan Birinci Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde ölmüştü. Rus Devrimi’nin şiddeti, büyük ölçüde, Rusya’nın Dünya Savaşı’na katılmasıyla oluşan korkunç toplumsal ve ekonomik koşullar eliyle belirlendi. Tarihçi Alan Kramer, Yıkımın Dinamiği: Birinci Dünya Savaşı’nda Kültür ve Toplu Katliambaşlıklı kitabında (yukarıda alıntılanan cümlenin de yazarıdır) şunları yazar:

… Ekim 1917 Rus Devrimi’nin ve Sovyetler Birliği’nin doğasının Rusya’nın savaş deneyiminden belirgin bir şekilde etkilendiğini söylemek hiç de abartılı bir yaklaşım olmayacaktır: yedi yıllık bir savaş felaketi, siyasi ayaklanma ve iç savaş, Bolşevik rejimin tüm siyasi kültürünü bundan sonraki on yıllarda şekillendirmiştir.[4]

Troçki’yi ahlaki zeminde itibarsızlaştırmaya kararlı olan Schmidt, Troçki’den sözde başka “canavarlık” örnekleri de vermektedir:

1918 yılında Kazan Cephesi’ndeki Kızıl Ordu birliği düşman önünde geri çekildiğinde Troçki, komutanın ve 40 askerin vurularak cesetlerinin Volga’ya atılması emrini vermişti.

Troçki’nin yeni örgütlenmiş Kızıl Ordu’nun kaderinin tehlikede olduğu kritik bir anda, düşman ateşi altında cepheyi terk eden askerlerin idamını emrettiği doğrudur. Troçki, bu aşırı tedbiri disiplin sağlamak için almıştır ve bu olayı otobiyografisinde de anlatmıştır. Savaş şartları içerisinde Troçki’nin eylemi haklıydı. Schmid’in kesinlikle bildiği gibi, I. Dünya Savaşı sırasında asker kaçaklarına yönelik idam cezası Alman, Fransız ve Britanya ordularında uygulanmaktaydı. Schmid, Troçki’nin idam cezası emri vermesini kınamasının etkisinden şüphe etmiş olacak ki, buna garip ve rahatsız edici bir detay ekler: Troçki infaz edilen kaçakların cesetlerinin Volga’ya atılmasını emretmiştir.

Bu cümle okurların zihninde korkutucu bir imge uyandırır. Troçki asker kaçaklarını vurdurmakla kalmamış, onları uygun bir defin işleminden de mahrum bırakmış. Cesetlerini nehre attırmış! Bu korkunç detaya daha önce hiç rastlamadım. Schmid bu iddiasını ileri sürerken acaba kanıt olarak hangi belgeye dayanıyor? Profesör Schmid bu insanlık dışı sözde eylemi nerede bulduğunu bize söylemelidir.

Schmid, 1921 yılında Kronştad ayaklanmasının bastırılması gibi Troçki’nin çok iyi bilinen sözde diğer zulüm örneklerinden de söz eder. Bir kez daha, ciddi bir analiz şöyle dursun, bu olaylar meydana geldikleri siyasal ve tarihsel bağlama hiç değinmeden sunulmaktadır. Bu sunuş şekli, olayları ya da Troçki’nin bu olaylardaki rolünü anlamaya herhangi bir katkı yapmamaktadır. Bunların tek amacı, Schmid’in siyasi nedenli komünizm karşıtı gündemini ileri taşımaktır. İlk yazdığı makalenin son paragrafında, Schmid yine şundan şikayet etmektedir:

Troçki’nin diktatörlük eğilimleri hakkında artık herhangi bir şüphe söz konusu olmasa da, onu Stalin ve dünya kapitalizmi tarafından düzenlenmiş bir komployla şehit edilmiş olarak görmek isteyen 'Komünist Nostaljikler' hâlâ vardır. Böyle bir ittifaka ilişkin saçma varsayım, bu yazarların sağduyudan ne kadar uzaklaştığını açığa çıkartmaktadır.

Bu sözde saçma varsayımın doğruluğu, Troçki’nin ve destekçilerinin aynı anda Stalinist, faşist ve burjuva demokratik hükümetler tarafından zulüm gördüğü gerçeğiyle kanıtlanmıştır. SSCB’den sınır dışı edilmesinden sonra Troçki’nin sığınma talebi hem Britanya hem de Almanya hükümetleri tarafından reddedilmişti. Daha sonra sadece siyasal faaliyetleri değil aynı zamanda ülke içindeki fiziksel hareketleri üzerinde de ciddi kısıtlamaları kabul ettikten sonra Fransa’ya girmesine izin verilmişti. Daha önce bahsettiğim gibi, 1936 yılında Norveç hükümeti; Moskova’da tezgahlanan duruşmaları kamuoyuna ifşa etmesinin önüne geçmek için Troçki’yi ev hapsine aldı. Avrupa’daki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki burjuva liberallerin Moskova Duruşmalarına verdikleri yaygın destek, bunların Stalinist partilerle 1930’ların “Halk Cephesi” hareketinin temelini oluşturan siyasi ittifakından kaynaklanıyordu. Schmid, Troçkizme karşı Stalinist-emperyalist ittifakına dair yazanlarla alay ederek, 1930’ların siyasi dinamiklerine ilişkin kendi cehaletini açığa vurmaktadır.

21 Şubat 2012 tarihinde Neue Zürcher Zeitung’da yayımlanan ikinci yazısında Schmid; Service’in kitabına yönelik eleştirilerimin Stanford Üniversitesi’nden Profesör Bertrand Patenaude tarafından doğrulanmış olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca; Helmut Dahmer, Hermann Weber, Bernhard Bayerlein, Heiko Haumann, Mario Kessler, Oskar Negt, Oliver Rathkolb ile Peter Steinbach’ı ismen anarak, on dört tarihçinin mektubuna dikkat çekmiştir. Schmid bu tarihçilerin tamamının son derece saygın bilim insanları olduğunu kesinlikle bilmektedir. Schmid, Profesör Heiko Haumann’ın ismini Service’in biyografisinin yayımlanmasını protesto eden imzacılar listesinde bulunca ister istemez rahatsız olmuş olmalı. Prof. Haumann, 1998-99’da, Schmid’e doktora sonrası tezini(habilitationsschrift)hazırlamasında yardımcı olmuş ve Schmid de bu yardıma açıkça şükranlarını ifade etmiş. Ne var ki şimdi Schmid kendisini danışmanlarından birinin yargısına meydan okuyan utandırıcı bir durumda bulmaktadır.

Service’in kitabını savunurken Schmid tuhaf bir strateji izler. Hataların olduğunu kabul eder ama çok da önemli olmadıklarını belirterek bunları göz ardı eder. Schmid bunlardan kurnazca “küçük hatalar” olarak bahseder: “yanlış ölüm tarihleri … tarihsel olaylara ilişkin tam olarak doğru olmayan açıklamalar … güvenilmez dipnotlar … aile ilişkilerinin karıştırılması … alıntıları kırpma … Troçki’yi olumsuz gösteren anıların dikkatle tercih edilmesi…”

Service’in akademinin bu temel standartlarından ayrılma listesi ancak şaşkınlıkla okunabilir. Profesyonel bir tarihçi tarafından yazılan bir kitapta bu hatalardan biri bile kendine yer bulamazdı. Amerika Birleşik Devletleri’nde Harvard University Press’in izniyle yayımlanmış bir tarih çalışmasında tüm bu hataların bulunması, büyük bir entelektüel skandaldan başka bir şey değildir. Böylesine bir eser ortaya koyan tarihçi, bir bilim insanı olarak ciddiye alınma hakkını tamamen kaybeder. Böylesine bir eseri basan bir yayınevi de entelektüel söylem bütünlüğünü korumayan mesleki ve etik sorumluluğunu ihlal etmektedir.

Profesör Schmid’in, Service’in akademik normlara uymamasının ciddiyetinin farkında olmaması mümkün değildir. Kendisi üretken bir yazardır ve şimdiye kadar yayımladığı akademik eserlerin bir kısmına ilişkin yaptığım kısa değerlendirmeden hareketle söyleyebileceğim kadarıyla, profesyonel standartlara uymaya çalışmaktadır. Ve yine kendisi, Service’in akademik çalışma kurallarını ihlal etmesinin cezasız kalmasına izin verilmesi gerektiğine inanıyor gibi görünmektedir. Schmid, okurlarından, Service’in biyografisinde yer alan ve Suhrkamp’ın tüm metni yeniden gözden geçirmesi için bir bağımsız uzman tutmak zorunda kaldığı sayısız olgusal hatanın çok da büyük bir sorun olmadığına inanmalarını bekliyor. Elbette en işine düşkün bir tarihçinin eserinde bile nadiren bir olgusal hata bulunabilir. Fakat sayısız olgusal hatanın tek bir eserde bulunması tamamen başka bir meseledir. Bu hataların varlığı, yazarın ele aldığı meseleye hakim olmadığının ve olayları yorumlayışının tüm inandırıcılığını yitirdiğinin kanıtıdır.

Fakat Service’in eserindeki tüm hataların açığa çıkmasına rağmen Schmid eserin basımına devam edilmesi gerektiği konusunda ısrarcıdır. Şöyle yazar:

Almanca çevirisinin düzeltilmiş hali 2012 Temmuz’u başında yayımlanacak fakat metnin yapısında geniş kapsamlı değişiklikler olmayacak. Yayınevinin kararı doğrudur: North da Patenaude da; Troçki’nin devrimci fanatizmine ve şiddete başvurmaya meyilli oluşuna ilişkin Service’in temel eleştirisini çürütecek argümanlar ileri sürememiştir.

Bu pasajın apaçık gösterdiği gibi, Schmid’in Service’i savunurken dayandığı tek nokta, kendisinin ideolojik ve siyasal bağlılığıdır. Hatalara, tahrifata ve akademik standartların ihlaline rağmen Service’in kitabı Schmid için önemli olan tek kriteri yerine getirmektedir: Troçki’ye ve sosyalist devrime karşı çıkmak. Gerisi boştur.

Troçki’nin suikasta uğramasından 70 yıl sonra, kendisinin mirası en şiddetli tartışmaların konusu olmaya devam etmektedir. Onun tarafsız tarih dünyasına geçiş hakkı reddedilmiştir. Troçki hâlâ son derece çağdaş bir figürdür. Sadece 20. yüzyılın en büyük devriminin önderi olarak değil, aynı zamanda geleceğin devrimlerinin siyasal ve entelektüel ilham kaynağı olarak da tarihte yaşamaktadır.

SSCB’nin dağılmasından 20 yılı aşkın bir süre sonra, kapitalim krize batmış durumdadır. Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonuöngörüsü gerçekleşmemiştir. Şu anda tanık olduğumuz şey; ekonomik kriz, demokratik haklara yönelik amansız saldırı ve emperyalist savaşların patlaması biçiminde tarihin geri dönüşüdür. Bu durumda, işçi sınıfı günümüzün gerçekliğini anlayabilmek için tarihi incelemelidir. Troçki’nin mirasının tarihsel tahrifata karşı savunulması, işçi sınıfının siyasi eğitiminin ve yeni bir devrimci mücadele çağının siyasi gereklerine hazırlanmasının temel bir bileşenidir.


[1]

Bkz. http://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1932-ger/next01.htm

[2]

Age.

[3]

Bkz. http://www.marxists.org/archive/trotsky/1937/dewey/session13_c.htm

[4]

Alan Kramer, The Dynamic of Destruction: Culture and Mass Killing in the First World War, (New York: Oxford University Press, 2007) s. 3.