İlk kez Ay’a çıkılmasının 50. Yıldönümü

Elli yıl önce, 20 Temmuz 1969’da, ABD Doğu Yaz Saati ile saat 16.17’de, Neil Armstrong ve Edwin (Buzz) Aldrin, Ay’a ilk kez ayak basan insanlar oldular. İki Apollo astronotu Lunar Modülü’nden inip, Güneş Sistemi’mizdeki başka bir cisme ilk kez ayak basan insanlar olurken, onları televizyondan tahminen 650 milyon insan izliyordu.

Armstrong, Aldrin ve Michael Collins, dört gün sonra, Dünya’nın en yakın komşusuna yaptıkları 387.000 kilometrelik yolculuktan güvenlik bir şekilde eve dönerek, Pasifik Okyanusu’na başarılı bir inişle görevlerini tamamladılar.

Yarım yüzyıl sonra, Ay’a yapılan ilk iniş, çığır açıcı bir bilimsel, teknik ve örgütsel başarının yanı sıra, içinde bulunduğumuz dönemde, dinden köktenciliğe ve postmodernizme kadar çeşitli gerici ve akıldışıcı eğilimlerin aralıksız saldırısı altında olan iki güçlü gerçeğin ilham verici kanıtı olmayı sürdürüyor: 1) İnsan aklı, doğanın yasalarına ve nesnel özelliklerine ilişkin bilimsel bilginin geliştirilmesi yoluyla dünyayı anlayabilir; 2) İnsanlık, teknolojiyi bilimsel temelde kullanarak ve toplumsal olarak örgütlenmiş ortak bir çabayla, doğayı kendi amaçları doğrultusunda denetim altına alabilir.

Neil Armstrong, Ay’a insanlığın ilk adımlarını atıyor. Kaynak: Apollo 11, NASA

Armstrong, Dünya’nın atmosferine girmeden hemen önce (bu riskli görevin belki de en tehlikeli kısmında), Apollo XI dönüş yolculuğunda Dünya’ya yaklaşırken uzaydan yaptığı konuşmada, öncelikle, “bilimin bu çabayı önceleyen devlerine” saygılarını sundu ve “uzay aracını geliştiren; yapan, tasarlayan, test eden ve kalplerini ve tüm becerilerini bu araca veren tüm Amerikalılara özel olarak” teşekkür etti.

Kopernik, Galileo, Kepler, Newton, Faraday, Maxwell, Einstein: Ay’a inişin düşünsel öncüleri onlardı. Onlardan sonra, Dünya yüzeyinden Ay’ın yüzeyine seyahat edip geri dönmeye ilişkin yedi aşamalı bir süreci kapsayan sayısız teknik sorunu çözen parlak mühendisler geliyordu.

Başkan John F. Kennedy, Mayıs 1961’de, on yıl sona ermeden önce Ay’a inme çağrısı yapmıştı. Charles Fishman’ın Apollo programına ilişkin kısa süre önce yayınlanan kitabında betimlediği gibi:

“NASA’nın, astronotları Ay’a fırlatmak için roketi yoktu; bir uzay aracına Ay’a giderken yol göstermeye yeterli taşınabilir bir bilgisayar yoktu; astronotları yüzeye indirecek uzay gemisi yoktu (etrafı gezip keşfetmeleri için gereken bir Ay aracından bahsetmiyorum bile), yoldalarken astronotlar ile konuşmak için hedef takip istasyonları ağı yoktu. Kennedy’nin konuşma yaptığı gün, daha önce hiçbir insan uzaya çıkmamıştı; daha önce iki insanlı uzay aracı hiç birlikte uzayda olmamıştı ya da hiç birbirleriyle buluşmayı denememişlerdi. Hiç kimse, Ay’ın yüzeyinin ne gibi olduğu ve ne tür bir çıkarma aracının gerekeceği hakkında ciddi bir fikre sahip değildi.” (Charles Fishman, One Giant Leap, 2019 Simon & Schuster, syf. 6)

İnsanın o zamana kadar dış uzaydaki deneyimi, Sovyet kozmonotu Yuri Gagarin’in Dünya’nın yörüngesinde dönmesi ve Amerikalı astronot Alan Shepard’ın Nisan ve Mayıs 1961’de yaptığı basit yörüngesel uçuşlar ile sınırlıydı.

Apollo programı bir kez başlayınca, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki araştırma-geliştirme harcamalarının yarısından fazlasını emen devasa bir sosyal girişim haline geldi. Atom bombasını geliştirmiş olan Manhattan Projesi’nin üç katı; Panama Kanalı’nı inşa etmek için gereken çabanın on katı büyüklükteydi. Yukarıda adı geçen kitapta, bununla ilgili şunlar belirtiliyor:

“Apollo için gerçekleştirilen istihdamın üç doruk yılında, Ay görevi için çalışan Amerikalıların sayısı Vietnam’da savaşanlardan fazlaydı. 1964’te, daha şimdiden 380.000 kişi Apollo üzerinde çalışıyordu; Vietnam’da ise sadece 23.300 kişi görevlendirilmişti. 1965’te, Apollo’nun 411.000 çalışanı vardı; Vietnam’da ise 184.300 ABD askeri bulunuyordu. Vietnam’daki ABD güçlerinin ikiye katlanarak 385.000 kişiye çıkarıldığı 1966’da bile, ülkemizde 396.000 Amerikalı, Apollo üzerinde çalışıyordu…

“NASA istihdamının üç doruk yılında (1964, 1965, 1966), NASA ve Apollo, personel ve üstlenici bakımından, Fortune 500’de 600.000’den fazla işçisiyle 1. sırada olan General Motors hariç her şirketten daha büyüktü.” (Age., syf. 21)

Fishman, şu hesaplamayı yapıyor: “Uzay uçuşundaki her bir saat, karada 1 milyon saatten fazla çalışmayı gerektirmişti. Bu, dudak uçuklatan bir hazırlık düzeyiydi.”

Apollo programının bir çelişkisi, onu başlattıran siyasi zorunluluğun (ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş çatışmasının), aşınmasının ve nihai ölümünün koşullarını da yaratmış olmasıydı. Aynı zamanda, devasa teknolojik başarılar, kapitalizm altında, aralıksız olarak savaşa ve yıkıma tabi kılındı.

Sovyetler Birliği’nin, 1957’de Sputnik’in fırlatılmasıyla başlayıp, 1961’de ilk insanın, Gagarin’in uzaya çıkmasıyla doruk noktasına ulaşan ilk uzay başarıları, ABD emperyalizmi tarafından ölümcül bir tehdit olarak görülüyordu. Uyduları yörüngeye yerleştirebilen füzeler, atom silahları taşıyabilirdi.

Kennedy, 1960 başkanlık seçimlerinde, Sovyetler Birliği ile var olan “füze uçurumu” üzerinden kampanya yürüttü. Kennedy, aya inme çağrısında bulunduğu Kongre konuşmasını, Kübalı sürgünlerden oluşan ABD destekli seferi kuvvetlerin Sovyet destekli Castro yönetimi karşısında yenilgiye uğrayıp, teslim olmak zorunda kaldığı Domuzlar Körfezi’ndeki küçük düşürücü bozgundan sadece bir ay sonra yapmıştı.

Kennedy ve Kennedy’nin 1963’te suikasta uğramasının ardından Apollo programını sürdüren başkan yardımcısı Lyndon Johnson, esasen, SSCB’ye karşı “uzay yarışı”nın siyasi ve stratejik yararları ile ilgileniyorlardı. Ay, tamamen dünyevi nedenlerle bir öncelikti; bunun, girişimin tarihi niteliği ya da bilimsel önemi ile hiçbir ilişkisi yoktu.

Huzur Üssü adı verilen iniş bölgesinde, Ay’ın Sessizlik Denizi’nin panoramik görünümü. Kaynak: Neil Armstrong, Apollo 11, NASA

NASA istihdamı ile Vietnam konuşlanması rakamlarının karşılaştırılması çarpıcıdır; 1967’ye gelindiğinde, tırmanan savaşın gereksinimleri Amerika’nın kaynaklarını o kadar çok emiyordu ki, bunun etkisi, hem Johson’ın “Büyük Toplum” programının parçası olarak başlatılmış olan sosyal reformlar, hem de Kennedy tarafından başlatılan Ay yarışı üzerinde hissedilmeye başlanmıştı.

Dahası, ABD’ye Sovyetler Birliği karşısında çok büyük bir propaganda zaferi kazandıran Ay’a inişin tamamlanmasının ardından, Amerikan emperyalizminin önderleri konuya ilgilerini kaybettiler. Ay’a yapılan altı yolculuğun tamamı ABD Başkanı Richard Nixon’ın ilk döneminde ve üç yıl içinde gerçekleşti. 1972’den sonra, Watergate skandalı ile siyasi olarak kuşatılan; Vietnam’da yenilgiyle ve Amerikan kapitalizminin göreli gerilemesinden kaynaklanan, tırmanan bir küresel ekonomik krizle karşı karşıya olan Nixon, kalıcı bir Ay üssü ya da başka uçuşlar yönündeki teklifleri geri çevirerek, uzay programını geri plana itti. Ondan sonra gelen başkanlar da buna uydular.

Bu tarih, ikinci bir çelişkiyi ortaya koymaktadır: Apollo programı bugün ilkel sayılabilecek bir teknolojiyi kullanarak tarihi başarılar gerçekleştirirken, geçtiğimiz 50 yıl içinde bilimde ve teknolojide yaşanan devasa gelişmeler, Güney Sistemi’nde ya da hatta Ay’da insanlı keşfin herhangi bir şekilde sürdürülmesine yol açmış değildir.

Astronotlar komutları girdikçe uzay aracını yönlendiren Apollo Kılavuz Bilgisayarı (AGC), entegre devrelerin kullanıldığı ilk programlama cihazıydı. Daha önceki tüm bilgisayarlar, uzayda kullanmak için aşırı büyük ve güvenilmez olan iletkenlerden yapılmıştı. AGC, sadece 3.840 bayt RAM (rasgele erişimli bellek) içeren 73 kilobaytlık hafızaya sahipti. Bu, günümüzdeki mikrodalga fırınlarınkinden küçüktür.

Apollo, özellikle entegre devrelerin hassas üretiminin geliştirilmesi yoluyla dijital devrimin ateşlenmesine yardımcı oldu. Bu, 10.000’de bir hatanın olduğu havacılık standardından, bütünleşik bilgisayarlarda ve diğer NASA sistemlerinde kullanılan çipler için 312 milyonda bir hata oranına çarpıcı biçimde gelişen mikroçiplerin güvenilirliğini arttırdı.

Geçtiğimiz yarım yüzyıldaki bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, NASA’nın insansız keşiflerde olağanüstü işler başarmasına olanak sağladı. Son 40 yılda her gezegene ulaşmış olan robot uzay araçları, Güneş Sistemi hakkında daha önceki tüm tarih boyunca bilinenlerden daha fazla yeni bilgi sağladılar.

Dünya’nın yarı silueti. Kaynak: Michael Collins, Apollo 11, NASA

Ancak insanlı uzay araştırmaları alanında, NASA’nın ufukları Dünya’ya yakın yörüngeye indirildi. Tüm çabalar, ağır askeri gözetleme uydularının uygun yörüngelere yerleştirilmesi ve Uluslararası Uzay İstasyonu’nun kurulması için kullanışlı olan Uzak Mekiği üzerine odaklandı. Ancak 1986 Challenger ve 2003 Columbia felaketlerinden sonra, o zamanlar son derece eski bir teknolojiye dayanan bu çok kullanımlık araç, yavaş yavaş kullanımdan kaldırıldı.

Uzayla ilişkili etkinliklerin yeniden canlanması, yoğunlaşan jeopolitik gerilimlerin ürünüdür. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, Hindistan, Fransa, Britanya, hatta İsrail ve İran; hepsi pekiştirilmiş füze fırlatıcıları ve uydu yerleştirme faaliyetinde bulunuyorlar. 1960’ların “uzay yarışı”nda olduğu gibi, buna, uzaya geleceğin dünya savaşlarındaki “üstün konum” gözüyle bakan rakip güçlerin doğrudan rekabeti yön veriyor.

Trump yönetimi, bunu, diğer tüm alanlarda olduğu gibi, en kaba şekilde ifade etmektedir. ABD başkanı, gururla, başlangıçta Hava Kuvvetleri’nin bir birimi olarak faaliyet gösterecek olan ama açıkça başlı başına büyük bir askeri kurum haline gelmesi amaçlanan bir askeri kolun, Uzay Kuvvetleri’nin kurulacağını duyurdu. Bu adım, Sputnik’ten sonra, 1958’de oluşturulan, uzayın bir askeri operasyon alanı olmaması gerektiğine ilişkin uluslararası fikir birliğinin doğrudan ihlalidir. Tüm kapitalist güçler, rakiplerinin küresel konum verileri ve diğer askeri operasyon destekleri için bağlı olduğu uyduları vurup düşürecek füzeler geliştirerek bu anlayıştan bütünüyle kopuyorlar.

Ve Trump için her zaman olduğu gibi, ayrıcalıklı birkaç kişi için kazanılacak para söz konusudur. Düzinelerce özel şirket, federal tedarik alanında yeni bir büyümeden çıkar sağlama amacıyla, ABD’nin yeni uzay atağının taşeronları olarak hizmetlerini sunmak için akın ediyor.

Apollo programının en parlak döneminde bile, kapitalist kar dürtüsü ile görevin güvenliği arasında içsel bir gerilim söz konusuydu. Şu acımasız şaka, Alan Shepard, John Glenn ya da Gus Grissom gibi çeşitli astronotlara atfedilmiştir: “Hayatım, her biri en ucuzundan satın alınmış 150.000 parça donanıma bağlı.” Grissom, Ocak 1967’de, üç astronotun yaşamına mal olan trajik bir yangında öldü.

Günümüzde kar dürtüsü daha yüzsüz ve tehlikelidir. Wall Street Journal, 18 Temmuz Perşembe günü, Trump’ın 2024’e kadar bir Ay görevi çağrısı yapmasının canlandırdığı “atmosfere hücum”u haber yaptı. Gazete, özel uzay girişimleri savunucusu Rick Tumlinson’ın sözlerini aktarıyor: “‘Eğer hükümet Ay’a geri dönmeye milyarlarca dolar sağlayacaksa,’ diyor SpaceFund’tan Bay Tumlinson, bu sırada özel sektör girişimlerini teşvik etmesi gerekir. ‘Eğer etmezse, bunu bir başarısızlık sayarım; tarih de böyle sayar.’”

Yani insanlık Ay’a geri döner ama hiçbir şirket bundan kar edemezse, girişim bir başarısızlık olacak. Bu, kapitalizme yönelik açık bir ithamdır; hem de kendi propagandacılarından birinin ağzından.

İnsanlığın uzaydaki ilerleyişi, tarihsel olarak ilerici tüm görevler için olduğu gibi, kar sisteminin koyduğu engellerin; üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve dünyanın rakip ulus devletlere bölünmüşlüğünün üstesinden gelinmesine bağlıdır. Başka bir ifadeyle, dünya işçi sınıfının sosyalist bir programa dayanan bağımsız bir hareketinin geliştirilmesine bağlıdır.

Loading