Japonya’daki deprem Türk egemen sınıfının suçlarını gözler önüne seriyor

Japonya’da 1 Ocak’ta meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki depremin, kayıtların tutulduğu 1885 yılından bu yana Noto Yarımadası’nda kaydedilen en büyük deprem olduğu belirtildi.

Ölü sayısının 200’ün üzerine yükseldiği bildiriliyor. Hiç şüphe yok ki bu ölümler önlenebilirdi. Çin’e karşı ABD öncülüğünde bir savaşa hazırlanan Japon hükümeti, 2024 mali yılı için 56 milyar ABD doları tutarında bir askeri bütçe ayırırken, 2022 yılında afet önleme için sadece 3,8 milyar ABD doları ayırdı. Dünyanın her köşesindeki kapitalist hükümetler için daha fazla kâr elde etmek insan hayatından önce gelmektedir.

Depremin ardından 2 Ocak 2024 Salı günü Tokyo'nun kuzeybatısında, Japon Denizi'ne bakan Noto Yarımadası'ndaki Noto şehri yakınlarında yıkılmış bir yol. [AP Photo/Hiro Komae]

Ancak bu durum, 7,6 büyüklüğündeki Noto depremini, Türkiye ve Suriye’de büyük bir yıkım yaratan 6 Şubat 2023’teki Kahramanmaraş merkezli 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki depremle karşılaştırmamıza ve Türk egemen sınıfının suçunun boyutunu tespit etmemize engel değil.

6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremler Türkiye’de 11 ili doğrudan etkilemiş, bazı bölgelerin yerle bir olmasına neden olmuştu. Resmi rakamlara göre bile 50.000’den fazla insan hayatını kaybetti ve yüz binlerce kişinin hayatı alt üst oldu. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın açıklamalarına göre bölgede 36 bin 932 bina deprem anında yıkıldı; 311 bin bina ise aldıkları hasarlar nedeniyle kullanılamaz hale geldi. Yıkımdan kurtulanlar için hayatta kalma mücadelesi aradan geçen yaklaşık bir yıla rağmen devam ediyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kahramanmaraş depremlerinden en çok etkilenen illerden biri olan Hatay’da yaptığı açıklamada “böylesine büyük bir felakete hazırlıklı olmanın mümkün olmadığını” belirtmişti. Ancak Japonya’daki depremde meydana gelen yıkım ve ölümler, Türkiye’de 6 Şubat’ta meydana gelen depremin sonuçlarıyla karşılaştırıldığında Erdoğan’ı yalanlamakta ve uzmanların bu ölçekteki depremlere hazırlıklı olunabileceği konusundaki uyarılarını doğrulamaktadır.

Mevcut teknolojik seviye ile bir depremin tam olarak ne zaman gerçekleşeceğini tahmin etmek mümkün değil. Bununla birlikte geçmiş depremler ve ölçümler hangi bölgelerin deprem riski ile karşı karşıya olacağı ve bu bölgelerdeki depremlerin büyüklüğü konusunda bilimsel tahminler yürütülmesine imkan veriyor.

Örneğin Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) Deprem Araştırma ve Risk Merkezi Müdürü ve Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesi olan Alican Kop 10 Mart 2022’de, şehir merkezi içerisinden 28 kilometrelik bir fay zonunun geçtiğini ve 509 yıldır enerji biriktiren Gölbaşı-Türkoğlu Segmenti’ne çok yakın olduğunu hatırlatarak, Kahramanmaraş kentinin deprem açısından çok riskli bir bölge olduğunu üniversitenin web sitesinde yayınladığı bir makalede belirtmişti.

Ayrıca Kop, 1 Şubat 2020 tarihinde Kahramanmaraş Manşet’te yayınlanan habere göre KSÜ’de depremselliğe dair bilgilendirme toplantısında “… art arda iki deprem yaşama riskimiz de var. Yani Kahramanmaraş’ta gerçekten deprem açısından çok büyük risk var” ifadelerini kullanarak yaşanan ikili depremi doğru tahmin etmişti.

Bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen depremlere karşı egemen sınıf ve siyasi temsilcileri kayda değer önlemler almadı; kamu güvenliği ve altyapı tamamıyla kapitalist kâr sistemine tabi kılındı.

Havadan çekilen fotoğraf Hatay'da çöken binaları ve yıkımı gösteriyor, 7 Şubat 2023. [AP Photo/IHA]

Japonya’da çalışan Türkiye kökenli inşaat mühendisi Seda Şendir Torisu, 3 Kasım 2020’de BBC’ye yaptığı açıklamada, Türkiye’de de aslında Japonya’daki gibi şartnamelerin ve afet yönetmeliklerinin olduğunu söylemişti. Japonya’dan farklı olarak yapı üretimi müteahhit-taşeron sisteminin inisiyatifine bırakılmış ve denetim mekanizmalarında büyük tavizler verilmiş durumda.

Depreme dayanıklı bilimsel bir kentsel dönüşüm gerçekleştirilmedi. Çünkü pandemi ve küresel ısınma gibi felaketler karşısındaki kayıtsızlıklarının gösterdiği gibi egemen sınıf için doğrudan kâr getirmeyen bir yatırım fuzulidir. Onlar faaliyetlerinin felakete yol açabilecek sonuçları ile ilgilenmezler.

Engels Doğanın Diyalektiği’nde bu kayıtsızlığı şöyle ifade etmişti:

Bir fabrikatör ya da tüccar, ürettiği ya da satın aldığı metaı normal bir kârla satarsa, durumdan hoşnuttur ve metaın ve alıcısının sonradan ne olacağı onu ilgilendirmez. Bu faaliyetlerin doğal etkileri için de aynı şey geçerlidir. Küba’da dağ yamaçlarındaki ormanları yakarak en verimli kahve ağacının bir kuşağına yetecek gübreyi bunların külünden sağlayan İspanyol tarımcılarını, sonradan şiddetli tropikal yağmurların artık korunamayan üst toprak tabakasını alıp götürmesi ve geriye yalnız çıplak kayalar bırakması ilgilendirir miydi? (Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, s. 232, Sol Yayınları, 1979) 

İmar Yasası’ndaki 2013 değişikliğine karşı çıkan TMMOB yasanın veto edilmesi çağrısıyla dönemin cumhurbaşkanına gönderdiği mektupta, “Mesleki denetimin kaldırılmasıyla… haksız rekabet derinleşecek; imzacı veya sahte mühendis, mimar ve şehir plancılar çoğalacak; etüt ve proje hizmetlerini maliyet artışı olarak değerlendiren ve kâr hırsıyla her türlü denetimden imtina eden vasıfsız müteahhitlerin önü açılacaktır” uyarısında bulunmuştu.

İnşa edilen binalarının yönetmeliklere uygunluğunun denetimindeki sorunların yanında, depremlerin afete dönüşmesinin temel nedenlerinden biri de hükümetlerin siyasi ve ekonomik güç olarak kullandığı imar aflarıdır. Türkiye’de ilki 1948’den olmak üzere 20’den fazla imar affı gerçekleştirilmiştir.

İmar affı temel olarak, yapı ruhsatına aykırı olan binalara veya yapılara ‘yapı kayıt belgesi’ verilmesini ifade eder. Haziran 2018 genel seçimleri öncesinde yürürlüğe giren son imar affından yaklaşık 7 milyon 400 bin kişi faydalandı. Böylece Türkiye’de izin almadan inşa edilen birçok bina, çeşitli imar aflarıyla yasallaşarak varlığını sürdürmüştür.

Depremden sonra Antakya.

Hükümetlerin oy hesapları ve kaynak yaratmak için getirdikleri bu aflardan asıl yararlananalar müteahhitlerin kaçak olarak yaptığı çok katlı binalardı. Böylece kent merkezlerinde devasa kaçak binalar, tertemiz bir sicile kavuştular ve 6 Şubat depreminde insanlara mezar oldular. Ne hükümet partisinden ne de yerel belediyelerde yıllardır iktidarda olan muhalefet partilerinden yetkililerin hiçbiri yasa önünde hesap vermedi.

Dahası 2018-2023 yılları arasında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yapan ve dolayısıyla depremde yıkılan binalarda başlıca siyasi sorumluluğu olan Murat Kurum, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden önümüzdeki Mart ayından yapılması planlanan seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) başkanlığına aday seçildi.

Muhalif Cumhuriyet Halk Partisi adayı olan mevcut başkan Ekrem İmamoğlu’nun ise 4 yıl boyunca uyguladığı ve depreme karşı çare olarak gösterilen “kentsel dönüşüm”, özellikle İstanbul’da, işçi sınıfı sakinlerini kent merkezinden çıkarıp oralara hali vakti yerinde olanlar için lüks rezidanslar inşa etmenin bir aracı olmuştur. Egemen sınıfın yıllardır dayattığı “kentsel dönüşüm”ün gerçek amacının, insanları depremlere karşı korumak değil, inşaat firmalarına büyük kârlar sağlamak ve toplumun üst tabakalarını zenginleştirmek olduğu bugün apaçık ortadadır.

Türkiye’de bilimsel verilere göre her an meydana gelebilecek Marmara depremine ilişkin kamuoyu ve bilim insanları arasındaki endişeler artmaya devam ediyor. WSWS’nin daha önce belirttiği üzere “Bilimsel çalışmalar, İstanbul’un güneyinde Marmara Denizi boyunca uzanan Orta Marmara Fayı’nın yaklaşık her 250 yılda bir büyük depremler ürettiğini göstermektedir. Bu fay üzerindeki son büyük deprem 1766 yılında meydana gelmişti. Dahası, 1999 yılında Kuzey Anadolu Fayı’nda meydana gelen hareketlenmelerden bu yana bilim insanları Orta Marmara Fayı üzerinde muazzam bir stresin birikmekte olduğuna dair uyarılarını her zamankinden daha acil bir şekilde dile getirmektedir.”

Geçtiğimiz ay Marmara Denizi’nde gerçekleşen ve İstanbul’da hissedilen 5,1 ve 4,2 büyüklüğündeki depremler bir uyarı olarak görülmelidir. Egemen sınıf, halkın refahı ve can güvenliği için gerekli olan büyük toplumsal kaynakları heba etmektedir. İşçi sınıfı için ileriye giden yol, dünya sanayi ve ticaretinin temel kaynaklarının kontrolünü burjuvazinin elinden almak ve bu kaynakları, deprem güvenliği dahil olmak üzere temel toplumsal ihtiyaçları karşılamak amacıyla kullanmaktır. Bunun için uluslararası düzeyde işçilerin kapitalizme karşı sosyalizm uğruna mücadelede birleşmesi gerekmektedir.

Loading